Hillary iş dünyası için iyi bir seçim mi?

    0
    32

    Başkanlık yarışına girmesinden dört ay önce Midtown New York City konferans salonunda Hillary Clinton dünyanın önde gelen ekonomistleri ve sol eğilimli politik simalarıyla öğle yemeği için bir araya geldi. Loral eski CEO’su Bernard Schwartz’ın bir araya getirdiği eski FED Başkanı Paul Volcker, eski FED Başkan Yardımcısı Alan Blinder ve Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglizt’den oluşan grubun tek bir görevi vardı: Demokrat Parti seçimlerinde kazanması muhtemel adayın ABD ekonomisinin toparlanmasını hızlandırması için bir strateji belirlemesine yardımcı olmak. Clinton bu zorlu görevin adaylığı ve her şey yolunda giderse, başkanlığı için belirleyici olacağından emindi.

    Ancak çözümleri hemen ortaya koymak kolay değildi. O sırada beş yıllık bir süreci geride bırakmış olan toparlanma belki bir zemin bulmuştu ama aynı zamanda temel zayıf noktalarını da ortaya çıkarmıştı. Şirket kârları ve borsa yeniden yükselişe geçmişti ancak ücretler yerinde saydığından iyi zamanların yalnızca çok tepedekiler için geri döndüğünü düşünen kitlelerin huzursuzluğu gittikçe artıyordu.

    O gün Loews Regency Hotel’de bir araya gelen kanaat önderleri yakında aday olacak kişiye düşüncelerini iletirken, bir tema ortaya çıktı. Hepsinin ortak görüşü, bir sonraki başkanın bir dizi girişime odaklanması gerektiği yönündeydi: Ülkenin eskiyen altyapısını canlandırmak için büyük bir yatırım yapmak, Ar-Ge’ye yönelik federal desteği artırmak, küçük ve orta ölçekli işler için bürokrasiyi kesmek ve işçilerin becerilerini geliştirmeye yönelik eğitimleri teşvik etmek. Bu önerilerin ortak noktası ekonomik büyümeye odaklanmasıydı. Toplantıya katılanlar net bir şekilde servetin yeniden dağıtılmasına ya da yeni yükselen solun jargonuyla “hakkaniyet”e vurgu yapmaktan kaçındı. Clinton bu argümanlara tav olmuş gözüküyordu. Schwartz, “Yatırım ve büyümeye odaklı bir ekonominin yaratılmasına çok fazla odaklandığı belliydi” diyor.

    Ancak Clinton’ın sezgileri onu piyasa dostu bir plana yönlendirse de, seçmenler tam tersi bir tarafa çekiştirip duruyorlardı. Nitekim ilk kampanya hemen, sisteme ve onun uzlaşmaya dayalı reçetelerine yönelik derin popüler nefreti ortaya çıkardı. Cumhuriyetçi seçmenler profesyonel politikacılar yerine Donald Trump’ı ve sınır duvarını tercih etmişti. Demokratlar ise, en tepeden orta sınıfa devasa bir servet transferi vaat eden, Vermont’lu sosyalist Senatör Bernie Sanders için stadyumları doldurmuşlardı. Clinton ise gittikçe buharlaşan orta sınıfa saplanmak tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bunun yerine erken aşamada, bir silkelenme gerektiğinde hemfikir oldu. Kendisi tamamen Bernie gibi davranamazdı ama farkı biraz dengeleyebilirdi. Böylece Clinton geçen yaz, ekonomiyle ilgili ilk önemli halka seslenişinde, “büyüme ve hakkaniyete dayanan bir ekonomi” inşa etme sözü verdi. Büyüme ve hakkaniyet; “Biri olmadan diğerini elde edemezsiniz” dedi. Konuşması, Regency’deki toplantıda gündeme gelen büyümeye yönelik önerilerle asgari ücret artışı, çocuk bakımı olanaklarının genişletilmesi ve işçiler için kâr dağıtımı gibi liberal öncelikleri harmanlayan bir nitelikteydi. Clinton ayrıca, şirketlerin kısa vadeci yaklaşımlarını da sert bir dille eleştirerek, uzun vadeli değerlerin hızlı kazançlara kurban edilmesinden yakındı.

    Clinton’ın kampanyası o zamandan beri de bir ip cambazı gibi hassas bir denge üzerinde ilerlemeye çalıştı. Kendine özgü bir pragmatik ilerici bir anlayış benimseyen Demokrat aday ekonominin kurallarının yeniden yazılması için çağrıda bulunurken, bir yandan da zamanın test ettiği fikirler üzerinden hareket etmenin erdemlerini övmekle meşguldü. Ancak artık bir şekilde, bu noktadan uzaklaştığı görülüyor. Sanders isyanı temmuz ayındaki Demokratlar’ın konvansiyonunda gümbür gümbür bir ses çıkarsa da, anketler Sanders’ın seçmenlerinin Clinton’ın arkasında toplandıklarını ve ilerici-hareket liderlerinin de şimdi artık kendisine inandıklarını gösteriyor. Nitekim Clinton resmen aday ilan edilmesinden sonra delegelere hitaben yaptığı konuşmada, “Wall Street’e, şirketlere ve süper zenginler”e yönelik vergileri artırma sözü vererek, ağızlarına bir parmak bal çaldı. “Ülkenin çok şey verdiği Amerikan şirketlerinin geri verirken de aynı derecede vatansever olmaları gerektiği”nden söz etti. “Çoğu vatansever ama pek çoğu da değil” diyerek konuşmasını sürdürdü. Ancak onu destekleyen iş dünyası dostu çevreler bir başka noktaya yoğunlaşmayı tercih ettiler: “Başkan olarak benim birincil görevim ABD’de daha fazla fırsat ve artan ücretlerle daha fazla iyi iş yaratmak olacak.”
    Orta yolcu düşünce kuruluşu Third Way’in başkanı Jonathan Cowan konuşmadaki bu cümleyi, başkanlığının organizasyon projesini ortaya koyan “büyük ödül” olarak adlandırdı: “Demokratlar’ın kongresinde adaylığı kabul konuşmasında, Bernie Sanders da salondayken, gelir eşitsizliği olacağından ya da Amerikan ekonomik sisteminin sil baştan yapılacağından söz etmedi.”

    Clinton ve Trump arasındaki yarış seçimlere haftalar kala nefes nefese bir hal alırken, pek çok şirket lideri ve seçmen aynı şeyi soruyor: İş dünyası için kim daha iyi? Fortune (ABD) Mayıs ayı kapağında “Trump tarzı iş” konusunu işleyerek emlak kralının karnesini ve ekonomiyle ilgili planlarını mercek altına almıştı. Şimdi ise Clinton için aynısını yapıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu yazı için değerlendirilebilecek çok daha fazla kamusal kaynak söz konusu. Clinton çeyrek asrı kamuoyunun gözü önünde geçirdiği için iş dünyası liderlerinin onun hakkında bildikleri yakın zamanda hatırlanabilecek başka bir adayınkinden çok daha fazla; üstelik buna bir de bu süre içinde kendisinin pek çoğuyla iletişim halinde olduğunu da unutmamak gerekiyor. Aradaki mevcut boşlukları ise, Demokratlarla özel sektör arasındaki ilişkilerin sıkı fıkı olduğu, kendisinin de görev üstlendiği ilk dönem hükümetten derledikleriyle doldurabilirler.

    Yine belirtilmesi gereken bir başka önemli nokta da, bu seçimin oyuncularının sağa sola çok fazla zigzag çizmeleri sonucu her dönemeçte beklentilerde çok fazla kafa karışıklığı yaratıp, kimsenin ne düşündüğünü bilemez bir hale getirmiş olması. Trump hemen hemen içi boş bir kampanya sürdürürken, Clinton bu boşluğu pek çok insan için çok şey ifade edebilecek bir şekilde doldurabilecek noktada. Ancak Demokrat adayın da benzer bir fırsat yarattığı görülüyor; kendisinin şeffaflığı değil kapalılığı tercih etmesi sonucu, Dışişleri Bakanlığı dönemindeki email skandalı, adaylığını adım adım izleyen bir gölgeye dönüşmüş durumda. Biz de, onlarca endüstri lideri, siyasi gözlemci ve ekonomistle görüşerek, Clinton’ın iş dünyası ve ekonomi için ne anlam ifade edeceği sorusuna cevap bulmaya çalıştık. Demokrat aday doğrudan bizimle konuşmadı ancak kendi yakın çevresindeki pek çok kişiye ulaştık ve her kesimden uzmanla ekonomi planını gözden geçirdik. Bu araştırmadan ise, sol kesim seçmenin ısrarcı taleplerine göre bir ayarlama yapmasına rağmen iş dünyasına refahın garantörü olarak ciddi bir inanç besleyen bir profil ortaya çıktı.

    Kampanyasının iş dünyası liderlerini vitrine koyması da bu noktayı vurgulamış oldu. Clinton politikasının önde gelen simalarından Jake Sullivan kısa süre önce iş dünyasının isimlerine telefonda bir brifing vererek, Clinton’ın ekonomiyi daha hızlı büyütmeye odaklanacağını söyledi. Bu telefon görüşmesi, Clinton cephesinin kurumsal yöneticileri ve Cumhuriyetçileri cezbetmeye yönelik bütün yaz boyunca ivme kazanan çabalarının bir parçasıydı. Normalde Cumhuriyetçi adayın kampanyasını destekleyen sektörler bu kez açık ara farkla Trump yerine Clinton’a kanalize olmuş durumda. Bu tek kişiye yönelik bonkörlük de şirket liderlerinin kazanmasını istedikleri kişinin kazanacağına inandıkları kadar kimin kazanmasını istedikleri hakkında da çok şey anlatıyor olabilir ancak Clinton’a yönelik abartılı destek burada başka bir şeyleri de açıklıyor.

    Kampanya halen CEO’lar ve Cumhuriyetçiler’in saygın isimlerinin desteğiyle gittikçe büyüyor. İlk başlarda pek çoğu Trump’ın kazanabileceği korkusuyla Demokratlar’a yönelirken daha sonra kendilerini cezbedenin aslında mantıklı gözüken ekonomik yaklaşım olduğunu fark ettiler. Şimdiye kadar Cumhuriyetçiler’in tarafında yer alan, kampanyanın önde gelen simalarından Hewlett Packard Enterprise CEO’su Meg Whitman, Hillary Clinton için “Onun akılcı davrandığını ve gerçekten iş dünyasını sevdiğini düşünüyorum” diyor. “Rolümüzün farkında. Genel olarak söylemek gerekirse, sorunun bir parçası olmanın tersine çözümün bir parçası olduğumuzu görebiliyor.”
    Öte yandan, kritik zaman da hızla yaklaşıyor. Seçimleri Clinton kazanırsa yemin etmeden önce hükümetindeki kilit atamaları yapmaya başlayacak; bu da sol kesim açısından, sözünü tutup tutmayacağına dair bir sınav niteliği taşıyacak. Eğer Clinton Wall Street ve ötesinden çok fazla isim seçerse, onların gözünde değersizleşecek. Ayrıca eğer kasım ayındaki seçimleri kazanacak olursa, dışişleri bakanlığı sırasında kotarılmasına ön ayak olduğu ama kamuoyunun serbest ticarete yönelik artan tepkisi karşısında kampanya boyunca karşı çıktığı, 12 ülkeyi kapsayan ticaret anlaşması Trans Pasifik Ortaklığı’yla ilgili topal ördek tartışmaları da yönlendirmek zorunda kalacak. Başkan Obama anlaşmayı kurtarmak için seçim sonrası bir ani taarruz planı hazırlarken, bu hamle Clinton’ı başarılı olmasını istediği adama karşı bir tavır takınmaya zorlayabilir. Öte yandan, Hillary Clinton’ı yakından tanıyanlar, başkanlık görevine vakit kaybetmeden, vergi ve harcamayla ilgili düzenlemelerine, göçmenlerle ilgili yeni düzenlemesine ve anneler için kreş olanaklarının yaygınlaştırılması gibi projelere bodoslama dalarak başlayacağını söylüyorlar. İşte bu noktada da iş dünyasının liderlerinin, Clinton bire bir müttefikleri olmasa bile sol söylemlerine rağmen hassas ve dengeli bir seyir izleyeceğine inanıyorlar.

    ÖTE YANDAN, Clinton kazanması halinde sıkıntılı bir farklılıkla başa geçmiş olacak. Cumhuriyetçiler Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ellerinde tutarken, Başkan Clinton 1885’te ABD’nin başına geçmiş olan Grover Cleveland’dan beri ilk kez Demokratlar’ın kontrolünde olmayan bir kongreyle koltuğa oturmuş olacak. Böyle bir koltuk da üç ayaklı bar tabureyle karşılaştırılabilir. Başkan Obama’nın ilk iki yılını ele alalım: Kongrenin her iki kanadındaki devasa Demokrat marjlar son derece iddialı bir ajandayı yürürlüğe sokmayı başardı; bunlar arasında 787 milyar dolarlık teşvik paketi, Detroit otomotivcilerinin kurtarılması paketi, Wall Street reformu ve Cumhuriyetçiler’in karşı çıkmalarına rağmen hayata geçirmeyi başardığı sağlık reformu paketi var. Buna karşılık, Clinton ülke çapında önemli bir çoğunlukla kazansa bile, herhangi bir şeyi yaptırabilmek için Capitol Hill’de Cumhuriyetçi liderlerle uğraşmak zorunda kalacak.

    Clinton’ın yakın çevresindekiler en ulvi beklentilerinden birinin de, başkan olur olmaz ülkenin sürünen altyapısının onarımında kullanılmak üzere devasa bir yatırım paketi için kongrenin onayını almak olduğunu belirtiyor. Clinton ABD’deki yol, köprü, havaalanı ve demiryollarının durumunu “ulusal bir aciliyet” olarak görüyor ve uzmanlar da bu konuda kendisiyle hemfikir. Dış İlişkiler Konseyi’ne göre, ABD altyapısı nitelik açısından 2002 yılında tüm dünyada beşinci sıradayken, geçen yıl 16’ncı sıraya geriledi ve harcamalar da bakıma yetmediğinden ayrıca kapasite büyümesine yönelik talep sürekli arttığından bu sıra muhtemelen daha da gerileyecek. Clinton altyapıya gelecek beş yıl içinde 275 milyar dolar yatırılması çağrısında bulunuyor; bu harcamanın büyük bir bölümü doğrudan ulaşıma ve diğer projelere gidecek ve ilaveten 25 milyar dolar da özel sektör müteahhitlerine kredi ve (garanti) sunacak bir altyapı bankasının kurulması amacıyla sermaye olarak kullanılacak. Bu planın amacı kısmen, bozuk yolları ve köprüleri onarmak; harcamalar aynı zamanda inşaat işleri de sağlayacak ve daha hızlı bir ekonomik büyümeye katkıda bulunacak.

    Clinton’ın yardımcıları bu planın aslında çok da yeni olmadığı konusunda hemfikir. Nitekim altyapının yenilenmesi için yapılan harcamalar 2012 yılında Obama’nın yeniden seçilmesine katkıda bulunmuştu. Ancak daha da ilerlemesi için ikinci başkanlık döneminde Cumhuriyetçiler’in yeterince desteğini alamamıştı. Peki bu durumda, Clinton’ın daha iyisini yapacağı hangi gerekçeyle söylenebilir? Her şeyden önce, altyapı son dört yılda daha da kötüleşti. Obama’nın eski baş ekonomi danışmanı, halen Clinton için çalışan Jacob Leibenluft, “Bu sorunlara çözüm bulunmamış olması yeni bir şeyler yapılması için siyasette zemin yaratmış oluyor” diyor.
    Ancak Cumhuriyetçiler’in 12 basamaklı bir harcama rakamına hemen yeşil ışık yakmayacakları kesin. Clinton muhalefeti de masaya getirebilmek için bu programla beraber vergi yasalarının sadeleştirilmesine yönelik bir düzenlemeyi de gündeme taşıyacağının işaretini verdi. New York’tan eski çalışma arkadaşı Senatör Chuck Schumer bu ilkbahar Cumhuriyetçiler’le söz konusu paketle ilgili görüşmelerde bulundu. Ve eğer Demokratlar Senato üst kurulunda yeniden çoğunluk olurlarsa, senatörün çoğunluk lideri olması bekleniyor.

    Anlaşmanın ana hatları henüz bilinmiyor. Ancak plan, deniz aşırı ülkelerde 2 trilyon dolarlık kâr elde eden ABD şirketlerine yönelik ülke içinde vergi oranlarının düşürülmesi için siyasi zeminin zorlanmasını öngörüyor. Orana bağlı olarak, bu gelir kalemi tek başına altyapı harcamaları için gereken fonu sağlayabilecektir. Ancak siyaset sahnesindekilerin burada durması mümkün değil. Ölçek ne olursa olsun şirketlerin isyan etmemesi için vergi yasalarının geri kalanının da düzeltilmesi gerekiyor. Büyük şirketler deniz aşırı ülkelerde elde edilen kârlar olmadan kurumsal vergi oranlarının herkese eşit şekilde indirilmesini talep ediyorlar; bu da, oran indiriminde bazı tercihleri ortadan kaldıracağı için kazananlar ve kaybedenleri yaratacaktır. Yasaya göre bireysel olarak vergi ödeyen küçük ölçekli işletmeler bu durumda kendilerinin de rahatlatılmasını isteyeceklerdir. Ve böyle daha bir sürü şey…

    Clinton iş dünyasının bu birbirine rakip çıkarlarını bir şekilde memnun etmeyi başarsa bile, anlaşmanın merkezindeki vergi tatili, düzenlemeyi bir avuç zengin çok uluslu şirketin kabul edilemez bir şekilde ödüllendirilmesi olarak gören liberalleri kızdıracaktır. AFL-CIO direktörlerinden Damon Silvers, “Şirketlerin işleri dışarı vermeleri için tüm vergi teşviklerini kaldırmamız kritik bir durum” diyor. Silvers’a göre, yalnızca deniz aşırı ülkelerde elde edilen kazanç üzerindeki vergilerin ötelenmesi 500 milyar doları aşkın bir kazanç yani “altyapı için gereken paranın” elde edilmesini sağlayacak.

    Hillary Clinton her ne kadar vergi yasasının baştan sona nasıl yeniden düzenleneceği hakkında henüz net bir şey söylememiş olsa da, yasayı havuç ve sopa olarak kullanabilecek yöntemler üzerinde çalıştığının mesajını verdi. Örneğin havuç yani ödül tarafında, çırakları işe alan ve kârını çalışanla paylaşan şirketler için vergi indirimi öngörürken, merkezlerini yurtdışına taşıyan şirketleri de buralarda elde ettikleri kazançlar üzerinden “çıkış vergisi” ödemeye zorlamayı planlıyor; çok uluslu şirketlerin kârlarını düşük vergili yerlere kaydırmalarına olanak veren yasal boşluğun doldurulması çağrısında bulunuyor.

    Tabii ki bu tür vergi yasası değişiklikleri kongrenin işbirliğini gerektiriyor. Eğer Clinton bu onayı alamazsa yetkisini kullanarak, kongreyi baypas edip yeni kanun yapıcılar aracılığıyla istediği değişikliklerin yapılması için zorlayabilir. Wall Street reformunu ele alalım. Demokrat aday, bir zamanlar Senato’da temsil ettiği finans sektörü üzerinde denetimin sıkılaştırılması için bir plan hazırladı ve eğer seçilirse, Capitol Hill’in yardımı olmadan da ajandasının büyük bir bölümünü gerçekleştirmek üzere hamle yapabilir. Peki istek listesinde neler var? Büyük bankaların vergi mükelleflerinin paralarıyla riskli bahislere girmelerini yasaklamayı amaçlayan Volcker Yasası; hedge fonlar ve girişim sermayesi şirketlerine yeni bildirim kuralları dayatmak; ve ticari anlamda uygunsuz faaliyetlerde bulunan şirket yöneticilerini yargılamak.

    İlk raundda, sol kesim Clinton’ı kamuoyunun yararını değil Goldman Sachs’ın kârını gözetmekle suçlayarak saldırıya geçti; böyle bir algı oluşmasının nedeni de, finans kurumlarına yaptığı konuşmaların kaydını vermeyi reddetmesiydi. Ancak Wall Street’le ilgili gündemi reform taraftarlarının beğenisini kazandı. Kâr amacı gütmeyen Better Markets’ın başkanı Dennis Kelleher, türevlerle ilgili piyasaları yeniden düzenlemeye yönelik adımlarını bu konudaki taahhütlerine bağlılığının bir göstergesi olarak görüyor. “Hem en büyük bankaları hem de gölge bankacılık sistemini hemen hemen agresif bir biçimde düzenlemeye niyetli gözüküyor” diyor.
    Wall Street çevreleri kampanya kasasına para akıtmaya devam ediyor. Center for Responsive Politics’in verilerine göre, menkul kıymetler ve yatırım sektörü kampanyasına ve Clinton’ı destekleten gruplara 47,5 milyon dolar bağışta bulunurken, Trump için bu rakam yalnızca 346 bin dolar oldu. Bunun tek bir açıklaması var: Finans çevreleri en azından Trump’tan farklı olarak, piyasaları alt üst etmeyecek bir el olarak Clinton’a güvenebilirler. Clinton’ı destekleyen bir başka Cumhuriyetçi üst düzey yönetici olan MGM Resorts CEO’su Jim Murren “Piyasalar belirsizliği cezalandırır” diyor. Finans çevreleri onu aynı zamanda New York senatörlüğü döneminden de tanıyorlar. Finanstan kampanyaya yakın bir kaynak Hillary Clinton için “Sermaye piyasalarının ve yaptıklarımızın öneminin farkında” diyor. Aynı zamanda onun reform önceliklerinin de zaman içinde büyük ölçüde uyumlu olduğunun kanıtlandığını belirtiyor. Söz konusu kaynak Clinton’ın Wall Street karşıtı söyleminin sert olduğunu kabul etmekle beraber, “Ama zamanlar da sert. İnsanların da tepesi atmış durumda” diyor.
    Bu arada, iş dünyası ise bir başka konuda öfkeli ve hayal kırıklığına uğramış hissediyor: Aşırı mevzuat. Başkan Obama yedi yıllık görev döneminde ekonomi üzerinde önemli sonuçları olan rekor sayıda tam 392 kanunu hayata geçirdi. Clinton ise kurumsal çıkarların gönlünü hoş tutabilmek için mevzuatları biraz dizginlemek zorunda. Kendisi ağustos ayında, küçük ölçekli işletmelere daha fazla sermaye desteği sağlayabilmek amacıyla kredi kuruluşları ve yerel bankalara yönelik kuralların gevşetilmesi çağrısında bulunarak, belli ölçüde bunu yapabileceğinin işaretini verdi.

    Öte yandan, Clinton’ın siyasi atamalarını yönlendirebilmek için sol cephenin harekete geçtiği yönünde endişeler var. Emek cephesinden ve diğer kesimden aktivistler Clinton’ın çeşitli kurumlarda, idari departmanlarda doldurması gereken 4 bin iş pozisyonuna gereken adayları bulabilmek için eyalet ve yerel yönetimler nezdinde koşuşturup duruyorlar. Bunu yaparken de Demokrat Senatör Elizabeth Warren’ın mottosundan yararlanıyorlar: “Personel politikadır”; bu da, yeni yönetimin yasa koyucuları denetlemeleri gereken sektörden seçmesi halinde, en iyi niyetli planların bile baştan başarısızlığa mahkum olacakları anlamına geliyor. Revolving Door Project’in direktörü Jeff Hauser, “Yasal düzenlemeye tabi tutacakları sektörlere sağlam ve yapıcı bir kuşkuculukla yaklaştıklarını görmek istiyoruz; bu tabii ki hayatları boyunca bu çevrelerle bağları olmayacak anlamına gelmiyor ama kamuoyu yararına bir düzenleme yapmaya istekli olduklarını ortaya koymak zorundalar” diyor.

    Ancak kampanyaya yakın çevreler Clinton’ın bu dayatma karşısında geri adım atmasının mümkün olmadığını söylüyorlar. Yakın çevresinden biri, çevresine kimi isterse onu alacağını söylüyor. “Gerçeklere duyarlı olmak zorunda ancak bunların kendisini paralize etmesine izin vereceğini sanmıyorum” diyor. Bu arada, lobiciler de Clinton’ın Obama yönetiminin kendilerini üst düzey görevlerden men etme kararını tersine çevirmenin bir yolunu bulacağı konusunda hemfikir.

    CLINTON büyük şirketlerle olan ilişkilerinde her zaman bu kadar başarılı değildi. 1994 yılında kocasının sağlık reformunu yönlendirmeye çalışırken, siyasi bir liderin cebi büyük endüstrilerin kalbini kazanamaması halinde neler olabileceğini yakıcı bir şekilde öğrenmiş oldu. Daha sonra First Lady’lik döneminde, sigorta sektörü reforma karşı çıkan ikonik “Harry ve Louise” reklamlarını yayınladıktan sonra, sigorta lobisiyle pazarlık yapmayı reddetti. Bunun üzerine, sigortacılar ve başka sektörlerden oluşan bir ağ yönetime karşı saldırıya geçti ve bu yaklaşım plana yönelik kamuoyu desteğinin çökmesine neden oldu. Clinton 2003 yılında kaleme aldığı Living History adlı kitabında şunu yazdı: “Harry ve Louise reklamlarını finanse edenler daha iyi durumda olabilirler ama Amerikan halkı için aynı şey geçerli değil.”

    Ancak kendisi bizzat görev üstlendiğinde tamamen farklı bir yaklaşım benimsedi. Senato’dayken, kocasının hasmı olan Cumhuriyetçiler’le iletişim kurup, yasal düzenlemeler için ortak bir dil geliştirmeye çalıştı. New York’tayken iş dünyasının liderleriyle yakınlaşarak, bürokratik işlemlerin kısaltılması ve danışmanlık sunulması gibi onlar adına iyi niyetli girişimlerde bulundu. Örneğin, Corning’le -kurulduğu 1851 yılından beri Cumhuriyetçi olan endüstriyel teknoloji kuruluşu- ilişkileri o kadar güçlü ki, şirket başkanlık kampanyasına 214 din dolarlık bağışta bulundu. Clinton, Corning’in öncü olduğu emisyon azaltan teknolojinin otobüs ve kamyonlarda kullanılması için federal bütçeden yüz milyonlarca dolarlık kaynak alabildiğinde Empire State’in genç senatörü olarak ilişkilerini daha da pekiştirmiş oldu.

    Bu sürede, şirketin Çin’e sattığı fiber optik ürünler üzerinden alınan gümrük vergileri için mücadele yürüttü. Clinton şahsen Başkan George W. Bush’un yardımı için başvuruda bulunup, sorunu başarılı bir şekilde çözebildi. Dışişleri Bakanı olduktan sonra da, fikri mülkiyet haklarıyla ilgili olarak Çin hükümetiyle şirket arasında 2012 yılında ortaya çıkan anlaşmazlığa müdahil olmak suretiyle Corning’in haklarını savunmayı sürdürdü.

    Kendisini eleştiren muhafazakar cephe, Clinton’la Corning arasındaki karşılıklı çıkar ilişkisini Clintonlar’la iş dünyasından destekçileri arasındaki rüşvete dayalı samimiyetin bir kanıtı olarak görüyor. Şirketin Clinton Vakfı’na en az 100 bin dolar bağışta bulunduğuna ve eski Dışişleri Bakanı’na 2014 yılındaki konuşması için 225 bin 500 dolar ödediğine dikkat çekiyor. Ancak burada bu açıklamalar kadar önemli olan, Clinton’ın şirketin Çin’deki çıkarlarının taraftarlığına soyunmuş olmasının, Amerikan gücünü ve iş dünyasının oynadığı rolü dünyaya yaymasıyla ilgili görüşünü yansıtması.

    Dışişleri Bakanlığı’ndaki görev dönemine ise iki proje damga vurdu: ABD diplomasisinin odak noktasını Avrupa ve Ortadoğu’dan bir güç merkezi olarak yükselen Asya’ya kaydırmak ve bakanlığın günlük işleri arasında “ekonomi yönetimi” olarak adlandırdığı ticari farkındalıkları artırmak üzere daha fazla çaba harcamak. Bu ikinci görevi birtakım küçük yollarla halletmeye çalıştı; örneğin, yabancı bir mevkidaşıyla bir araya geldiği her defasında pazara erişim sıkıntısı yaşayan Amerikan şirketlerini içeren bir liste sundu. (Ekonomi, iş dünyası ve tarımdan sorumlu dışişleri bakan yardımcılığı görevinde bulunan Robert Hormats, “Bu uygulama yeni değildi” diyor. “Ama genellikle dışişleri bakanı tarafından değil daha alt seviyelerde ele alınırdı”.)

    Her iki proje de Clinton’ın Corning’le ilgili girişiminde olağanüstü iddialı bir şekilde iç içe geçti. Kendisi, Obama yönetiminin Trans-Pasifik Ortaklığı’nın (TPP) önde gelen savunucularından biri oldu; söz konusu mega ticaret anlaşması küresel ekonomik aktivitenin yüzde 40’ını temsil eden Pasifik bölgesi pazarlarının bir araya gelmesini amaçlıyor. Avustralya, Japonya, Singapur ve Vietnam anlaşmaya dahilken, Çin bunun dışında. Söz konusu anlaşma Amerikalı ihracatçılar için yeni olanaklar yaratmanın ötesinde Çin’in arka bahçesindeki etkisini kontrol etmeyi de amaçlıyor. Clinton 2014 yılında kaleme aldığı Hard Choices adlı kitabında TPP’nin “Asya ve Amerika’da pazarları birleştirip, ticari bariyerleri indireceği ve aynı zamanda emek, çevre ve fikri mülkiyet haklarının standartlarını yükselteceği”ni yazmıştı. Daha sonra da bunu “ABD’nin Asya’daki konumunu güçlendirecek stratejik bir girişim” olarak adlandırdı.

    Ancak bu konudaki coşkusu uzun sürmeyecekti. Geçen yıl ekim ayında, Sanders TPP’ye karşı çıkan söylemiyle anketlerde yükselişe geçtiğinde, Clinton paketin son halinin standartlarını karşılamadığını ve kendisinin de buna karşı çıkacağını ilan etti. O zamandan beri de daha net bir tavır ortaya koymaktan çekinmeyerek, ağustos ayında şöyle konuştu: “Buna şimdi karşı çıkıyorum, seçimden sonra da karşı çıkacağım ve başkan olarak da karşı çıkacağım.” Kampanya yetkilileri Clinton’ın söylediklerini arkasında olduğunu belirtiyorlar: Hiçbir şekilde anlaşmayı desteklemeyecek. Ancak anlaşmadan yana olan Demokratlar ve iş dünyası liderleri buna pek inanmıyor. Demokrat Senatör Ron Kind, Clinton için “Özünde enternasyonalisttir” diyor; “Özellikle de Pasifik bölgesinde önemli bir liderlik rolü oynaması gerektiğinin farkında. Ticaret anlaşmalarında ileriye gitmesi gerektiğinin bilincinde olmayan bir başkana hiç rastlamadım.” Hewlett-Packard CEO’su Whitman de, “Belki anlaşmada mükemmel olmadığını düşündüğü bazı tarafları düzeltmeye çalışacaktır. Serbest ticarete tamamen karşı olduğunu sanmıyorum” diyerek görüşünü açıklıyor.

    Ekonomik büyümeye odaklanmış birisi zaten serbest ticarete karşı olamaz. Ama küreselleşme karşıtlığının hakim olduğu bir başkanlık seçimini kazanabilmesi için de bir yandan karşı olmak zorunda. İş dünyası odaklı seçmenler için ise kritik soru, Hillary Clinton’ın ikisini bir arada başarıp başaramayacağı.