New York Plaza Hotel’de beş adam anlaşırlar…

0
36

Amerikan Doları’nın neredeyse tüm para birimlerine karşı sert bir şekilde değer kazanması pek çok yatırımcı ve analist için şaşırtıcı oldu. Dört yılı aşkın bir süredir yatırımcıları “parasal genişleme/QE = karşılıksız para basma” bombardımanı altında tutan bu kesimler doların değer kazanması ve altının değer kaybetmesini ülke bazında bahanelerle açıklamaya çalışır hale geldi.

Elbette dolarda yaşanan bu yükseliş için kur veya enstrüman bazında bahaneler bulabilirsiniz. Ancak gerçek şu ki, daha önce detaylı paylaştığım gibi, ABD Merkez Bankası (FED) karşılıksız para basmadı. Dahası, global olarak dolar talebinde bir azalma da asla olmadı. Bugün bile sık sık okuduğumuz “X ve Y ülkeleri artık dolar bazında ticaret yapmayacak” açıklamaları yeni para birimi ile yapılacak ticaret sonrası ortaya çıkacak ticaret fazlasının hangi para biriminden tutulacağını söylemiyor.

ABD borçlanma piyasaları dışında paranızı hangi ülkenin bonosunda tutmak istersiniz? Birkaç yüz milyarı bulmayan İsviçre (frank) bonolarında mı? Paranızı geri alıp alamayacağınız meçhul İtalyan (euro) tahvillerinde mi? Yoksa Çin tahvillerinde mi? Dolar değer kazanmaya devam edecek. Ancak bu yazının konusu gelecek değil geçmiş. Zira geçmişi iyi anlarsak geleceğin de neler getireceğini anlayabiliriz.

Tam 29 yıl önce 22 Eylül 1985 günü New York Plaza Hotel’de bir araya gelen beş kişi çok önemli bir karara imza attı. Öyle ki bu kararın etkileri Japon ekonomisi başta olmak üzere tüm dünyada halen hissediliyor. Bu beş kişi; Batı Almanya’dan Gerhard Stoltenberg, Fransa’dan Pierre Bérégovoy, ABD’den James A. Baker III, İngiltere’den Nigel Lawson ve Japonya’dan Noboru Takeshita doların aşırı değerlendiği fikrinde mutabık kalarak değer kaybetmesi gerektiğinde anlaştı.

Dolar-altın bağının sonsuza kadar kopması, FED başkanı Paul Volcker’in para arzını kısarak faizleri yükseltmek marifeti ile enflasyonu öldürmesi ve ardından Başkan Reagan’ın de-regülasyon hamleleri ABD dolarının bir anda yeniden tercih edilen para birimi olmasına neden oldu. Öyle ki 1980 yılının başında 86 seviyesinde bulunan dolar endeksi 1985 yılının mart ayında 163 seviyesine gelmişti. Yüksek enflasyonun hatıraları halen çok canlı olduğu için gerek FED gerekse hükümet kuvvetli dolara yönelik şikayetleri fazla ciddiye almıyordu. Finans sektörü ise kuvvetli doların yarattığı sermaye akışından yararlandığı için reel sektörden gelen şikayetleri destekleme eğiliminde değildi.

Ancak beş yıl gibi kısa bir süre içinde doların neredeyse yüzde yüz değer kazanması bir süre sonra başta otomotiv şirketleri olmak üzere tüm reel sektör şirketlerini rahatsız etmeye başladı. IBM gibi devlerin de lobi faaliyetlerine başlaması ile hükümet kulaklarını tıkama politikasından vazgeçerek muhataplarına döndü. Bu sırada Japonya’nın hızla büyümesi ve henüz işin başında olsa da ikonik ABD şirketleri ile binalarını satın almaya başlaması ABD halkında da tedirginlik yaratmaya başlamıştı. Tüm bu gelişmelerin ışığında Plaza Oteli’nde dolara değer kaybettirmek üzere anlaşıldı. Aralık 1980 yılında 203 seviyesinde olan yen 1985 martında 265 seviyesine gerilemişti. İmzalar atıldıktan sonra doların stabilize edilmesi kararının alındığı 22 Şubat 1987 Lourve Anlaşması’na kadar yen 141 seviyesine yükseldi. Ve ardından şu anda yaşadığı sorunların ortaya döküldüğü 1989 resesyonu geldi. ABD’nin kronik açıkları ise değer kaybına rağmen kapanmadı. Zira bu rezerv para birimi olmanın getirdiği bir sonuç ve aslında bu doların bu konumu ABD için istenilen bir durum da değil. Önümüzdeki dönemde de dolar önce tüm para birimlerine karşı sert değer kazancını sürdürecek. Ta ki zayıf Avrupa ve Çin ekonomilerinin ardından kendisi de resesyona girene kadar.