Fetret

0
124

Osmanlı’nın önemli bir askeri yenilginin ardından yıllara yayılan bir süre boyunca kendi arasında savaşıp hiçbir yere ilerleyemeden zaman kaybettiği bir dönemdir Fetret. Çocuk aklımda Fetret Devri, rahmetli babam her sabah hazırlanıp başında olduğu servise herkesten önce gidebilmek için 7:40 vapuruna yetilecek şekilde evden çıkarken babam bunu yaptığı sürece bizim güçlü olacağımıza ve asla o durumlara düşmeyeceğimize inanırdım. Bu inancın çok önemli olduğunu kendim çalışmaya başladığımda daha iyi anladım. Mühendislik, kurulan sistemler ve bunların performanslarını yukarıda tutmakla ilgili. Sıradan sistemler ürettiğiniz sürece sıradan sonucunuzun başarısızlığa doğru evrilmesi, zaman içinde “işler bozuldu” noktasına gelmeniz kaçınılmaz. Aslında bozulan bir şey yok: başından beri bozuk olan şey üzerine oturtulduğu zeminin zayıflamasıyla birlikte yıkılmaya başlıyor.

Depremde bunu yaşadık. Çöken binalar depreme ne kadar hazırlıksız olduğumuz gerçeğini açık bir biçimde karşımıza çıkardı. Bununla birlikte ne yapacağımız, deprem sonrasında nereye gideceğimiz, yaralananlara nasıl müdahale edeceğim, nerede toplanacağımız ve burada toplanan insanların barınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağımız konusunda da bir planımız yoktu.

Daha önce yaşamadığımız için bilmiyorduk. İlk anda çok açıklayıcı ve geçerli bir mazeret gibi görünse de bu açıklama aslında yumuşak karnımız. Konfuçyüs’ün meşhur listesinde “en acısı” olarak ifade edilen “kendi deneyiminden öğrenme” sınırları içine kendimizi hapsettiğimiz anlamına geliyor. Yaşanmış ve acıları halihazırda başkaları tarafından çekilmiş şeylerden öğrenmek daha iyi bir yol olmaz mı?

Sözü Fetret’e getirmemin nedeni, aslında bu deneyimi kullanılabilir kılmak. Mynet cevaplarda, Osmanlı’nın 1402-1413 yılları arasında içinden geçtiği Fetret Devri, “Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıd’ın Atilla ile yaptığı Ankara Savaşı’nı kaybedip Atilla’nın eline esir düşmesi sonucu başlamıştır. Tahtın uzunca bir süre kardeşler arasında paylaşılamamış olmasından dolayı taht boş kalmıştır. Bu olaya Fetret Devri denir. Fetret Devri, Mehmet Çelebi’nin kardeşlerini yenerek tahta geçmesi sonucunda sona ermiştir” ifadeleriyle anlatılıyor. Mehmet Çelebi kardeşlerini ortadan kaldırma pahasına yeni devleti kurarken ardından gelen II. Mehmet, İstanbul’u alarak Fatih Sultan Mehmet oluyor.

Özgür Demirtaş, Mehmet Zorlu Vakfı’nın Kasım sonunda düzenlediği Gençlik Zirvesi’nde Fatih Sultan Mehmet’in altı yabancı dil bilme, İstanbul surlarını döven topların tasarımını takip edecek kadar matematik bilgisine haiz olma gibi özellikleri ile tanımladıktan sonra ilgi çekici bir yorum yapıyordu: Fatih, o anda kapıdan girse elinde kanlı bir kılıç tutan biri değil, yuvarlak çerçeveli gözlükler takan biri olurdu.

Ben biraz farklı düşünüyorum. Kapıdan giren kişi için ilk aklıma gelen görüntü, hayatı ile ilgili sırları çok farklı kaynaklarda bulduğum Leonardo da Vinci idi. Ancak beynimin arka planında biraz işlem yaptıktan sonra başka bir isme ulaştım: Raymond Reddington. Buna birazdan döneceğim; önce Fatih’in dehasını ele alalım. Osmanlı sultanlarının tümünde olduğu gibi Fatih de kalburüstü bir bilgi ve birikime sahip ancak İstanbul’u almasını sağlayan, Urban gibi kişileri bulup çıkarabilmesi olmuştur. Urban, Fatih’in o hesaplamalarına katıldığı topları döken kişidir. İstanbul’da bulunmasının nedeni, Papalığın emriyle Ortodoks Bizans’ın kiliselerine çan dökmektir. Bunun amacı, çanların parasını ödemek zorunda bırakarak Bizans’ı daha da güçsüz hale getirmektir. Plan tutar, o dönemde Bizans’ın parası bitince boşa çıkan Urban Fatih için o dev topları döker ve Bizans düşer. İstanbul İmparatorluğu bir kez daha Batı tarafından yıpratılıp Doğu tarafından fethedilerek el değiştirir. Hikaye size bugünlerle ilgili çağrışımlar yapıyorsa, böyle bir ima niyetim olmadığını belirteyim.

Bütün bunlar Limak Vakfı Başkanı Ebru Özdemir, Türkiye’nin Mühendis Kızları (TMK) Projesi’nin yeni şeklini anlatırken bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Limak Vakfı’nın 20 binden fazla öğrenciye destek sağlayan Türkiye’nin Mühendis Kızları (TMK) Projesi, dördüncü yılında PERYÖN işbirliği ile yoluna devam ederken Özdemir, “mühendis adaylarımızı kariyer fırsatları konusunda daha da güçlendireceğine inandığımız yeni nesil eğitim içeriğine sahip Mühendislikte Liderlik Sertifika Programı’nı başlatıyoruz” diyor. Bu, biraz önce ele aldığım Fatih konusuyla ilgili önemli bir soruyu gündeme getiriyor. Mühendis, Fatih’in rolünü mü, Urban’ın rolünü mü üstlenmelidir?

Buna geçmeden önce, Limak Vakfı’nın liderlikten bahsetme noktasına gelmeden önce kat ettiği mesafeden bahsedelim ki, her şeyin süreç meselesi olduğu aklımıza ve özellikle bu mühendis kardeşlerimin zihnine kazınsın. Özdemir, “Dört yılda projemiz vasıtası ile mühendislik okuyan 300’ün üzerinde üniversite öğrencisini çok yönlü olarak destekleyip, 20 binin üzerinde de lise öğrencisine mühendislik mesleğine ilişkin farkındalık yaratıcı eğitim ve uygulamalarla ulaşmayı başardık. Projemizden mezun olan 37 öğrencimiz birer mühendis olarak iş hayatına atıldı ve çok önemli şirketlerde ve projelerde görev aldılar. Hatta onlar da bu yıl mentor olarak projede var olmaya devam ediyorlar” diye konuştu.
Bu sözleri aktarmamın nedeni, işin içine liderliğin girmesiyle birlikte güç kavramının kazandığı önem… Fatih rolü mü, Urban rolü mü dersek; ilkini seçen imparatorluk kurar, ikincisini seçen kökleri Mısır’a dayanan dev bir imparatorluğu yıkma planına katkısı nedeniyle tarih kitaplarının kenarında yer alır. Açıkçası ben Urban hikayesini, Balat-Fener turunda mühendis bakış açısıyla sorduğum sorularla rehberi bıktırınca –ya da standart ve tatsız anlatımlarının dışına çıkmaya zorlayınca- öğrendim. Adamcağız beni susturmak için biraz gerçek tarih anlatmak zorunda kaldı. Bu, mühendis kardeşlerimin özellikle liderlik misyonunu üstlendiklerinde en önemli görevlerinden biri olacak: bilimsel bilgiye sahip olanları süreçleri anlamanız için size gerekenleri sağlamaya zorlamak.

Fetret konusuna geri dönersek, günümüzün iş ve toplum hayatındaki Fetret’i bizim 1400’lerin başındaki tarihimize değil, bir başka imparatorluğun, Prusya İmparatorluğu’nun tarihine dayanıyor. Bu imparatorluk askeri organizasyonu merkezine alan bir biçimde organize olurken, dikey bir organizasyon yapısını hakim kılıyor. Anlaşılması için basitleştirirsem, 10 kişilik grupların başına bir yönetici koyarak bir yönetim piramidi oluşturuyor. Ve böylece yukarıdan aşağıya doğru komuta edilebilen bir yapı oluşuyor. Günümüzün geleneksel denilebilecek bütün yapıları, bunu örnek alıyor. Bu, mekanik işleyişi destekliyor ve sanayi toplumu dahil insanlığın gelişim süreci boyunca iş görüyor. Ancak bilgi toplumunun ortaya çıkması ile birlikte, sorunlar yaşanmaya başlıyor. Bu departman tarzı örgütlenme, “silolar arasında bölünmüşlük” şeklinde ifadesini bulan ve şirketlerden devletlere kadar bütün yapıların yekpare bir yapı olarak hareket etmesini engelleyen bir yapısal sorunu ortaya çıkarıyor. Bu o kadar ciddi bir sorun ki, bunu aşmak için en geçerli çözüm olabileceğini düşündüğüm bulut teknolojileri geçişi sırasında bile, departmanların kendi ihtiyaçları için farklı bulutlarda operasyon başlatmaları nedeniyle verinin dağılmasına ve güncel veriye ulaşmada sorunlar yaşanmasına neden olabildi. Bulutun silolaşması olarak adlandırılan bu durum, günümüzün fetretinin aşılması ne kadar zor bir engel oluşturmayı sürdürdüğünü gösteriyor. Buna basit bir örnek vereyim: CMO, yeni bir servis veya ürünün tanıtımı için başarılı bulduğu bir firma ile bir kampanya başlattı, diyelim. Bunun için bir bulut servisi oluşturuldu ve yeterli sayıda insana ulaşıldı; hedef düşük sayılabilecek bir maliyetle tutturuldu. Bu, bilgi toplumu öncesi dönemin bakışı için yeterliydi. Ancak bilgi toplumu ile birlikte işin içine analitiğin girmesi, orada ayrı bir noktada gerçekleşen operasyonun değerini düşürdü. Bundan sonraki dönemde o müşteri ile ilişkinin sürdürülmesinin gerekmesi, cross-sell ve up-sell ile ilişkinin derinleştirilmesi ihtiyacı ve şirketin bütün bu müşteri ilişkileri doğrultusunda kendisini yeniden organize etmesi için gereken veriye ihtiyacı, bu etkili yaklaşımı yararsızlık noktasına itiyor. Böyle olunca Prusya İmparatorluğu bir anda derebeylikler organizasyonuna dönüşüyor.

Bunu uygarlığın en önemli göstergelerinden biri olan masa kültürü ile derinleştireyim. Bu derebeylikler döneminde, masalar dikdörtgendi. Masanın başında monark oturur ve kenarda dizili olan derebeylerinden ihtiyaçlarını talep ederdi. Savaşacağız, asker getirin; besleneceğiz, 200’er koyun verin… Bu masa, başı ve yanı ile tamamlanıyordu. Sonra kare masa çıktı. Dört kişi için ideal olan kare masa bir nebze demokrasi ve eşitlik timsali görünse de, ölçeklenme sorunundan başka bir şey değildi aslında. King oynarken çok kullandığımız bu tür masada tabelayı tutması için eklenen beşinci kişi yancı adını alır ve çayı –ya da ne içiliyorsa-ısmarlanması karşılığında tabelayı tutardı ama kare masanın demokrasisi işte bu kadar kolay yıkılıyordu. Derken yuvarlak masa kavramı ortaya çıktı. Aslında bu yeni değildi. Ta Kral Arthur’un sarayına kadar uzanan bir geçmişi vardı. Yuvarlak masa insanların yan yana oturmasını sağlayarak, günümüzün bilgi toplumu dinamikleri içinde en iyi sonuca ulaşmayı sağlayan yapıdır. Kral Arthur örneğine geri dönersek, bu masada oturanlar şövalyedir; kadınlı erkekli şövalyeler orada imparatorluğun refahı için hep birlikte düşünür, fikir geliştirir ve uygularlar. Ortak karar ve ortak aksiyon, toplumun refahı gibi temel bir hedefe odaklandığı için inanılmaz güçlü bir birlik vardır. Aşk hikayeleri zaman içinde bu masayı parçalar ama o kadar kusur, dünyanın en değerli şirketini yaratan Jeff Bezos’ta da oluyor.

Ancak kare masaya geçmek o kadar da kolay değildir. Günümüzün bina maliyetlerini düşünürseniz, yuvarlak masa kullanacaksanız bunu koyacağınız odaları dikdörtgen değil, kare şeklinde tasarlamanız gerekir. Kağıda bir daire çizin; etrafına kare ve dikdörtgen çizdiğinizde ne demek istediğimi çok net görürsünüz. Yapmazsanız, maliyet yaratırsınız.

Leonardo da Vinci’den bahsetmemin sebebi, düşmanı güçlü kale surlarını yükseltmeye zorlayacak bir hile ile kale surlarının kendi ağırlığı ile çökmesini sağlaması ve zaferi getirmesidir. Bu politikanın en şiddetli yaşandığı yer olan savaş ortamında kazanmayı sağlayan çok değerli bir formüldür.

Ve son olarak, Raymond (Red) Reddington. Netflix’te bağımlılığım haline gelen Blacklist’in bu çılgın kahramanı, liderliğin kitabını yazıyor. Teslim olduğu FBI’ı teslim almayı başaran Red, başkalarının kontrol ettiği bir dünyayı kontrol ediyor. Bunun iş literatürüne yansıması, rekabet yönetimdir. Red bölümlerin birinde günümüzde başarı formülü olabilecek bir cümle kurdu: “Gördüğünüz gibi taraflar yok, oyuncular var.” Bunu kurduğu nokta, yapmaları gereken ama FBI kafası ile yapılması mümkün olmayan bir işte iki FBI ajanı Elizabeth Keen ve Donald Ressler’a “Ben de şunu yapabilirim” dedirtmesinin hemen ardıdır.

Fetret, insanın kendini içine hapsettiği bir düşünüz tarzı, bir organizasyon ya da bir konfor bölgesine hapsederek aynı kötü sonuçları alsa da değişme esnekliğinden feragat ettiği bir kurgudur; bir taraf olma ve oyuncu olmaktan vazgeçme kurgusudur. Reddington, bunu kırmayı başararak lider olduğunu göstermiştir. Mühendis ve lider olma hedefi ile yola çıkan arkadaşlar, bu konuda ciddiyet taşıyorlarsa Blacklist’i oyunculuk ve esneklik konularında liderliğe getirdiklerine dikkat ederek sonuna kadar izlemelidirler. Bu benim bu genç arkadaşlara verebileceğim en önemli derstir.