Faiz o kadar da önemli değil mi?

0
42

Yatırımların önündeki en büyük engelin hep faiz olduğu söylenegeldi. Yüksek faizin, yatırımların kârlılığını düşürdüğü doğrudur. En azından yatırım yapmak istediğiniz sektör bir startup değil, yerleşik diyebileceğimiz bir sektör ise, kâr marjları büyük oranda rakipler arasında birbirine yakınsamıştır. Bu durumda bir inovasyon ile büyük fark yaratamıyorsanız, maliyetlerinizi var olan kâr marjlarına göre yönetmeniz gerekecektir.
 
Yepyeni bir sektör yaratıyorsanız, Bir Apple veya bir Tesla iseniz durum farklı. Ancak diyelim ki demir çelik sektöründe bir yatırım yapacaksanız; hurda alım maliyetlerine, bu alımı ve yatırımı finanse ederken, yatırımın geri dönüşünü hesaplarken mutlaka fonlama maliyetlerine, cari ve gelecekteki faiz oranlarına dikkatli bakmanız gerekecektir. Eğer sırtınızı devlete dayamıyor, siyasi ilişkilerinize güvenerek herhangi bir alana yatırım yapmıyorsanız…
 
En basitinden, kâr marjının cari ve gelecekteki risksiz kazanç oranı diyebileceğimiz devlet tahvili veya banka faizlerinden daha mı düşük, yoksa üzerinde mi diye bakmanız gerekmez mi? Banka faizlerinden veya devlet tahvillerinden dahi daha düşük kar marjı olan bir işe girer misiniz? Diyebilirsiniz ki, faiz oranına bağlı! Haklısınız… Eksi faizlerin olduğu AB bölgesi, Japonya gibi bir ülkede iseniz, paranızı koruyabilmeniz bile “artı” bir kazançtır. Bu ülkelerdeki durumun kalıcı olmadığını sanırım hepimiz kabul edecektir. Nihayetinde küresel olarak “makul” kabul edilecek bir kar marjı olmadan herhangi bir işe başlamazsınız!
 
Hele ki yüzde 5-10-15 faizlerin ‘hüküm sürdüğü’ gelişen ülkelerde yatırımı bir değil birden fazla kez düşünürsünüz. Üstelik bu ülkeler değişik nedenlerle sadece kendi iç dinamiklerinden değil, küresel hareketlerden de fazlasıyla etkilenmekteyseler. Rusya’yı ele alalım. Petrol fiyatları adeta çakılınca 600 milyar dolarlık petrol fonunun yarısını rublenin değerini korumak için feda edebiliyor, yine de çare olmayınca faizleri yüzde 19’a çıkarabiliyor. Böylesi bir ülkede kâr marjınız ne olmalı ki ‘sürdürülebilir’ bir iş koluna yatırım yapabilesiniz?
 
Benzer şekilde Türkiye veya Brezilya için de durum teorik olarak farklı değil. Yüzde 10’ların civarında faiz oranlarıyla 10 yıldan uzun süredir yaşamaya çalışıyorlar. Enflasyon oranlarını göz önüne aldığımızda; “negatif faiz” ile yaşamlarını sürdürdükleri ‘istisnai’ dönemler hariç; genelde yüksek reel faiz ortamında hayatlarını sürdürüyorlar. Peki, bu ülkelerde yatırım yapılmıyor mu? Tabii ki yapılıyor ve bu yatırımlar “akılcı” olduklarında istenen geri dönüşü sürelerini üç aşağı-beş yukarı tutturabiliyorlar! Buradaki kritik kriter “akılcı” olmaları. Yoksa tek başına finansman maliyetleri, cari ya da gelecekteki faiz oranları bu yatırımlar için “tek ve yeter kriter” değil, olamaz da…!
 
Ülkenin dinamikleri, hukukun üstünlüğü, iş yapabilme kolaylığı, ülkenin pazar koşulları, tüketime yöneltilebilecek harcanabilir gelirin ne denli yüksek olduğu, yapılan yatırımın sürdürülebilirliği için yetişmiş insan gücü, yapılan yatırımın verimli çalıştırılabilmesi gibi onlarca kriter, en az faiz oranları kadar önemli rol oynuyor.
 
Bizim ülkemizdeki durum da çok farklı değil! Daha doğru bir ifade ile finansman maliyeti yatırımlar için “tek ve yeter” koşul değil! Bu sonuca nereden mi varabiliriz? Türkiye’de yayınlanan en bilimsel şirket listesi Fortune 500 sıralaması bu konuda önemli ipuçları sunuyor. Bilimsel diye biliyoruz, zira 10 yılı aşkın bir zamandan bu yana Finar A.Ş. ve devamında CRIF Türkiye tarafından hazırlanan bu liste, bir anket çalışması değil! Son üç yıllık detaylı bilançosunu vermeyen şirketler bu listede yer alamıyor. Sadece son üç yılı vermeniz de yetmiyor. Takip eden yıllarda bu çalışmaya katılıyorsanız, daha önceki yıllarda verdiğiniz bilançolar dahi kontrol edilerek hazırlanan bu liste Türkiye’de ‘gönüllülük esasına göre’ hazırlanan en sağlıklı liste çalışması. Bu listede holdingler ve bankaların dışında kendi isteğiyle ve şeffaflığa özen gösteren şirketler yer alıyorlar ve Türkiye’nin önde gelen şirketlerinin çok büyük bir kısmını kapsamaktadır.
 
Bu detaylardan yola çıkarak Fortune 500 listelerinde 2010 yılından bu yana bakıldığında; şirketlerin finansman maliyetlerinin, brüt satışlar ve satılan malın maliyetine oranlarına göre yapılan hesaplamalara bakıldığında; üzerinde fırtınalar koparıldığı kadar da önemli bir yer tutmadığı görülüyor. Şaşıracaksanız ama bu böyle!
 
2010-2016 yılları arasındaki yedi yılı kapsayan UFRS’ye (Uluslararası Finansal Raporlama Standardı) veya TDHP’nına (Tek Düzen Hesap Planına) göre muhasebesini tutan şirketleri ayrı ayrı değerlendirsek de durum çok farklı çıkmıyor! Brüt satışlar bazında bakıldığında “Net finansman Giderleri” brüt satış hasılatının yüzde 0.52’si ile yüzde 6.17’si (Finansman gelirlerinin dahil edilmediği 2011 yılı rakamı!) arasında oynuyor! (Finansman giderleri içinde TL’nin değer kaybı/kazancı nedeniyle ortaya çıkan ‘kur gideri/geliri’ yer alırken, ‘net finansman gideri’ hesaplamasında finansman gelirleri, giderlerden düşülüyor!) Yedi yılın ortalaması yüzde 3.35 olmuş. TDHP’nına göreyse net finansman giderlerinin brüt satış hasılatına oranı yüzde 1.29 ile 3.11 arasında değişmiş. Ortalama yüzde 2.21 gerçekleşirken, toplam bazında yüzde 0.86 ile 4.73 arasında dalgalanırken, ortalaması yüzde 2.91 olarak gerçekleşmiş. (2010-11 yıllarında finansman gelirleri ayrımı mevcut değil)
 
Satılan malın maliyetinde (SMM) finansman giderinin oranı ne kadardır diye bakıldığında da çok farklı bir resim ortaya çıkmıyor. UFRS’ye göre bu oran yüzde 0.62 (2012 yılında TL’nin değer önemli oranda kazanması sayesinde) ile yüzde 7.49 (2011 yılında TL’nin değer kaybı nedeniyle) arasında dalgalanıyor. Yedi yılın ortalaması yüzde 4.06 olmuş. TDHP’a göre ise dalgalanma yüzde 1.48 ile yüzde 3.67 arasında olurken, ortalaması da yüzde 2.58 olarak gerçekleşmiş. Toplam şirketler bazında bakıldığında ise dalgalanma yüzde 1.01 ile 5.68 arasında olurken, ortalama yüzde 3.47 olarak gerçekleşmiş.
 
Fortune 500 şirketlerinin tüm Türkiye’deki şirketleri temsil etmedikleri ancak iyi bir örnek küme teşkil ettiklerini kabul edecek olursak; finansman giderlerinin şirketlerin asıl maliyetleri içinde görece küçük bir paya sahip olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır. Brüt kâr marjlarının toplamda yüzde 16.2 ile yüzde 21.1 arasında dalgalandığı bir ortamda; Fortune 500 şirketlerinin finansman koşullarına rağmen karlılıklarını korumayı büyük oranda başardıklarını da söylemek mümkün.
 
Bu listede yer almayan şirketler için durum farklı olabilir. Turizm, denizcilik gibi mevsimselliğe, küresel ekonomideki değişikliklere veya politik gelişmelere hassas olan sektörler, finansman koşulları nasıl olursa olsun konjonktürel koşullardan daha fazla etkilenebilirler. Bunun dışında eğer kârsızlık kronik bir sorun ise bunun tüm suçunu finansa veya faizlere yüklemek çok da doğru olmayacaktır. Faaliyet gösterilen sektör katma değer yarat(a)mıyor, küresel rekabet karşısında dayanamıyor olabilir. Bunda direnmek ne denli akılcı?
 
Kaldı ki Türk ekonomisi “mucit çıkarmakta” zorlanan bir ekosisteme sahip. O nedenle katma değeri yüksek teknolojik ürünler üretemediğimiz gibi, çoğunlukla gelişmiş ülkelerin terk etmeye başladığı sektör veya teknoloji ile üretimde ısrar etme hatasına da düşebiliyoruz. Kamu eliyle bunun önüne geçmek mümkün değil, ancak piyasa koşullarında sistemin bunları elimine etmesini beklemek daha doğru . Bunun önüne de devlet sübvansiyonları ile geçmek veya ucuz finansman temin ederek bunların sağlıksız yapılarını sürdürmekte inat etmek ne kadar doğru?
 
Katma değer üretebilecek, marka yaratabilecek yepyeni sektörler için uygun ortamı hazırlamak varken…
 
Yatırım ortamının iyileşmesini sadece faizlere bağlamak ne denli doğru? Faizlerin ve enflasyonun yüzde 70-80 olduğu dönemlerde yatırım yapılmıyor muydu? Tabii ki yapılıyordu, yeter ki yatırım ortamı uygun, hukukun üstünlüğü sağlanabilsin, özel mülkiyet mutlak korunabilsin, enflasyon kalıcı olarak indirilebilsin, buna bağlı olarak kurda istikrar sağlanabilsin ve iş yapılabilirlik ortamının mükemmel değilse de “ehven” olması sağlanabilsin!