Silikon Vadisi’nde bir Türk CEO

0
149

Pirates of Silicon Valley filminde Steve Jobs, Bill Gates’e kendisine inceleyip fikir vermesi için gönderdiği bilgisayar prototipinin teknolojisini çalarak kendi ürününü geliştirdiği suçlamasında bulunurken -o bağırmaları suçlama diye adlandırmak biraz hafif kalıyor- Gates, “İkimiz de Xerox’tan çaldık” diye konuyu kapatır. Yıllar içinde bu konuyla ilgili olarak birçok yerde bir yorum arada sırada karşımıza çıkmayı hiç bırakmadı. İki teknoloji efsanesinin Xerox’un teknolojisini sergilediği merkeze girmek için harcadığı çaba ve Xerox’un bu buluşlarını ürüne dönüştürmeye zaman ayıramayacak kadar meşgul olduğu düşünüldüğünde suçlamada bulunmak zor görünüyordu. Bugün de bu görüşü taşıyorum. Ancak Xerox’un konuşarak iletişime geçene kadar bilgisayarlarla iletişimimizi belirlemeye devam edecek teknolojiyi geliştirdiğini unutmadan bu şirketin hakkını da vermek gerekiyor.

Bir bilim üssü olarak çalışan Xerox PARC’ın -sonraki adıyla altında “Bir Xerox şirketi” ibaresi eklense de sadece PARC- başında Türkiye’den çıkıp ABD’de bilimin basamaklarını adım adım tırmanan Tolga Kurtoğlu bulunuyor.

PARC, o kadar yoğun bir bilimsel çalışma hızında ilerliyor ki iki saati aşan görüşmemizde filme sıra bile gelmiyor. İkisi donanım ve ikisi de yazılıma odaklı olan dört PARC laboratuvarı bu hızı sağlıyor. Etkileşimsel analitiğe odaklı laboratuvar, yapay zeka ve makine öğrenimine odaklı çalışırken Kurtoğlu’nun daha önce yönettiği sistem bilimleri laborauvarı, siber-fiziksel sistemler, tasarım mühendisliği, imalat otomasyonu, otomasyon teknolojileri, üç boyutlu (3D) tasarım ve 3D baskı üzerinde çalışıyor. Elektronik malzeme ve cihazlar, Xerox geleneğinden gelen birçok şeyi barındırıyor; optik, elektronik devre baskısı… Donanım laboratuvarı ise, gelecek batarya teknolojisi gibi çok kritik bir alana odaklanmış durumda. Gerçek zamanlı faaliyetlerin cazibesi, filmdeki geçmişin büyüsünü götürüyor ancak PARC’ın tarihinin kendisi bir belgesel tadını taşıyor.

1970’te Xerox PARC olarak kurulan şirketi, genel merkezden en uzak noktaya koyan Xerox yönetimi, bu yapının misyonunu, “Geleceğin ofisini sizin inşa etmeniz gerekiyor” sözleriyle ifade etmiş. Bugün haberleşme ve bilgi işlem tarafında kullanılan birçok teknoloji PARC’tan çıkma: Fare, kişisel bilgisayar, grafik bilgisayar arayüzü, nesne tabanlı (object oriented) programlama dilleri, lazer yazma, telekomünikasyon endüstrisinin temeline yerleşmiş olan Ethernet… İnternet ile eşdeğer olan Ethernet ve Xerox’un bugünkü kimliğini belirleyen lazer yazıcı şüphesiz en çok bilinen ve dikkat çeken başlıklar.

İş boyutunda ise, başka bir adım dikkat çekici. Kurtoğlu PARC’ın tarihindeki en önemli değişimin, 2002’deki ad ve nitelik dönüşümü ile Xerox’un kurumsal Ar-Ge’sini yapan bir yapıdan uzaklaşması olduğuna işaret ediyor. Xerox hâlâ şirketin yüzde 100 sahibi olmasına karşın, PARC, Xerox dışında birçok firma ile de çalışıyor. Kurtoğlu, “Bu buluşların ticarileştirilmesi konusunda geçmişte yaşanan problemler ve PARC’ın 2002’ye kadar yaptığı geliştirmelerin sadece bir bölümünün Xerox’ta kendisine yer bulabilmesi önemli bir sorun oluşturuyor” diyor. Sadece kişisel bilgisayarın ve bununla ilgili teknolojilerin bugüne kadarki gelişim çizgisine bakıldığında Xerox’un ve PARC’ın kaybı maddi ve manevi boyutlarıyla anlaşılabiliyor. Buluşların kullanım alanının, Xerox’un ürünleri, pazarları ve odakları ile sınırlanmasının ticarileşme önüne çektiği engel, bu dönüşümle aşılıyor. Bugün çok daha geniş bir pazara hitap eden PARC, bu yelpazeden aldığı geri bildirimle Xerox için de daha iyi sonuçlar ve daha iyi çözümler üretiyor.

Kurtoğlu, “Bu ilginç bir model. Bütün finansal maliyetlerimizi Xerox karşılamak zorunda kalmazken bütün yaptığımız işlerin sonuçlarını Xerox için kullanıyoruz. Model şu ana kadar gayet güzel işledi” diye ekliyor.
PARC’ın yaklaşık 250 kişilik çalışan kitlesinde hemen her alandan doktoralı insanlar bulunuyor. Çalışanlar arasında doktora sahipliği oranı yüzde 80’i bulurken, kapsam, mühendisliğin ve bilgisayar bilimlerinin her alanından sosyal alanlara kadar uzanıyor: Arkeologlar, etnografi ile ilgili uzmanlar, kullanıcı araştırmaları uzmanları, kullanıcı deneyimi inovasyonu ve iş yönetimi tarafından gelen kişiler başarılı karmanın unsurları.
Bu yapı, senede ortalama bir şirketin ayrı bir kurumsal kimlikle ayrılmasını sağlayan bir şirket geliştirme merkezi olarak da çalışıyor. PARC’ın üretkenliği, kuluçkada tuttuğu ve startup olarak ayırdığı şirketlerle kendisini gösteriyor. PARC, bunun yanı sıra Stanford Üniversitesi ile birlikte bir hızlandırma programı da yürütüyor. Bu program dahilinde dışarıdan gelen altı ila yedi startup’ı altı ay süreyle içeride tutan PARC, bu sürenin sonunda “mezun ettiği” bu şirketlerin yerine yenilerini alıyor. Bugün iyi tanınan Adobe, 3Com gibi birçok şirketin başlangıcının PARC’ta olması, bu konsepti açıklayan örnekleri oluşturuyor. PARC, 30’dan fazla şirketi startup olarak piyasaya sürmeyi başarmış bir yapı. Bu, gelenekte ısrarcı olan PARC’ın iş modelinin, içeride üretilen fikri mülkiyeti dışarıya taşımaya dayanması, patent ve patent üretimini çok önemli hale getiriyor. Yazılım ve donanım alanlarında yılda yaklaşık 150 patenti kabul edilen PARC’ın çok geniş bir alana yayılan patent portföyünün ticarileştirilmesi, yapılan işlerin en önemlilerinden birini oluşturuyor.

Bu patentlerin ticarileşme sürecini anlamak için karmaşık bir ölçme metriğini işletmek gerekiyor. Kurtoğlu, “Zamana yayılan bir analiz, patentlerin tamamına yakınının ticarileştiğini gösteriyor ancak şöyle ilginç bir durumla da karşılaşıyoruz. Geliştirme ve patentin alınması, bazen çok erken gerçekleşiyor. Bu ancak bir süre bekledikten sonra piyasa ve diğer dinamikler onu yakaladığında ticarileşmenin gelmesine neden oluyor” diyor.
Bu, PARC’ın yapısında birikimin taşıdığı öneme bir kat daha vurgu yapıyor. Böyle bir şirkette, şirketten altı yaş daha genç birinin CEO koltuğuna oturması, geleneksel yapıdaki bir şirketteki benzer bir görevlendirmeye oranla çok daha ciddi bir değişimin çanlarını çalıyor.

1976’da Ankara’da doğan ve İzmir’de büyüyen Kurtoğlu “Almanya’da da yaşadım, Erzurum’da da yaşadım. Ama 1994’te Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) makine mühendisliği okumaya başlayana kadar öğrenim hayatımın büyük bölümü İzmir’de geçti” diyor. Bu kadar yol katetmesinin nedenini, babasının Hava Kuvvetleri’nde subay olması oluşturuyor. 1999’da ODTÜ’den mezun olup kendi kanatlarıyla uçmaya başladığında Amerika’nın yolunu tutuyor. Önce Pittsburgh’da bulunan ve teknik alanda ön sıralarda yer alan Carnegie Mellon’a giden Kurtoğlu, burada yapay zeka ve bilgisayar bilimleri konusunda kariyerini derinleştirmeye başlıyor. Bu iki alanın mühendislik problemleri üzerine etkileri konusunda yaptığı çalışmalar, Massachusetts Institute of Technology’nin yapay zeka laboratuvarından mezun danışmanı ile hazırladığı yüksek lisans tezini ortaya çıkarıyor.

“Gelecek nesil teknolojiler ne tarz olabilir; tasarımcıların kendilerini daha rahat ifade edeceği aletler yapabilir miyiz gibi sorulara yanıt aradım. Şimdi düşünüyorum o zamanlardan iPad’lere kadar gelmek enteresan” diyen Kurtoğlu, yüksek lisansın ardından üç yılını Dell Bilgisayar’da makine mühendisliği tasarım mühendisi olarak çalışarak geçiriyor. Burada hem tasarım hem de üretime geçiş noktasında aldığı sorumlulukların ardından “Çok soğuk geldi” dediği Houston’dan Teksas’a geçen Kurtoğlu bu kez Carnegie Mellon’dan danışmanı ile yapay zeka üzerinde doktorasına başlıyor. Doktoranın ardından California’daki Silikon Vadisi’nde stajyer olarak girdiği NASA’da uçaklar ve uzay sistemlerini akıllandıracak sistemler üzerinde çalışmaya başlıyor. “O zamanlar gelen veriyi işleyip analiz etmek çok ilgi çekici geliyordu. Öngörüsel analitik yapıyorduk; sistemin yanlış giden bir şeyi tespit edip kendi kendine nasıl hareket etmesi gerektiğine karar vermesini sağlayacak akıllı algoritmalar üzerinde çalışıyorduk. Şimdi yer gök analitik oldu” diyor. 

2010 yılında araştırmacı olarak PARC’a geçtiğinde -Ağustos ayında yedinci yılı olacak- Kurtoğlu’nun uzmanlık alanında Savunma İleri Araştırma Projeleri Kurumu (DARPA) için alınan bir sistem mühendisliği ve akıllı yazılım projesi bulunuyordu. Otomasyon projeleri ile başladıktan sonra zaman içinde teknik taraftan iş tarafına kayan Kurtoğlu, bir süre PARC’ın dijital imalat konusundaki teknoloji portföyünü yönetiyor. Üzerinde çalışılan teknolojilerin portföy haline getirilip bunların ticarileştirilmesi için neler yapılması gerektiği, bunlarla ilgili pazara gidiş stratejilerinin belirlenmesi ve gereken iş ortaklıklarının kurulması tarzı işlerin ardından Kurtoğlu, PARC’ın dört laboratuvarından yapay zeka, sistem mühendisliği ve mühendislik bilimlerine yardımcı olan yazılım teknolojileri gibi alanlara odaklananın başına geçti.

Ocak ayındaki bu görevlendirmenin ardından gelen süreç için “Şimdilik bir sıkıntı yok. Bir şikayetim yok. Umarım böyle gider” diyen Kurtoğlu’nun kariyer çizgisi birkaç nedenle Türkiye açısından büyük önem taşıyor. Bunlardan biri, bu tür bir pozisyon için nasıl lider yetiştirildiği konusunda Silikon Vadisi yöntemini yansıtan canlı bir örnek olması. İkincisi ve belki daha önemlisi, Kurtoğlu’nun savunma sanayi projelerinin genel sanayi için bilimsel birikim tabanı üretmede nasıl kullanılabileceği konusunda ABD standardında birikime sahip olması. Türkiye’nin bütün gücünü savunma sanayii projelerine yansıttığı bu dönemde bu birikim, Türkiye’nin geleceği açısından kritik bir rol oynamaya aday. Dilimlere ayrıldığında büyük değişimlere dayanan bir gelişim çizgisine sahip olan PARC tarihi, sürdürülebilir bir modelin nasıl olması gerektiği konusunda da fikir veriyor.

Kurtoğlu ile konuşurken verdiği ayrıntılar, bu gelişim çizgisinin hiçbir noktasında yol haritasının tesadüflere bırakılmadığına işaret ediyor. Kurtoğlu, “Beni bu görev için başından beri iki şekilde yetiştirdiler. Birincisi, ilk girdiğim günden beri bana mentorluk yapan tecrübeli ve saygın bir bilim insanı vardı. O, hem PARC’ın kültürünü hem de içinde olduğumuz pazarı anlama konusunda çok yardımcı oldu. Belirli bir biçimde düşünme konusunda da kendisinden dersler aldım. Bunun dışında giderek daha fazla sorumluluk içeren roller verdiler. En son aşamaya gelip CEO’luktan bir adım önce başkan yardımcılığı ve Lab’lardan birinin direktörüyken de, bir sonraki noktanın ne olduğu belliydi; ona göre kişisel gelişim ve diğer şeylerin desteğini sağladılar” diyor.

Bu hazırlıkların ardından Kurtoğlu, PARC’ın CEO’su olarak yapılacak üç dört şeyi gerçekleştireceği pozisyona geliyor. Bu işlerden biri, sahibi olunan teknoloji portföyünün yönetimi ve yol haritası ile stratejisinin belirlenmesi. Kurtoğlu, bu konuda icracı yönetim takımı ile birlikte çalışıyor. PARC’ın CEO’su aynı zamanda en önemli pazarlama kanalı olarak görev yapıyor. Kurtoğlu vaktinin büyük çoğunluğunu dünyanın çeşitli yerlerine seyahat edip gelecek teknolojiler, üzerinde çalıştıkları konular, vizyoner oldukları alanlar ve dünyanın nereye gideceği konusunda konuşmalar yapmaya ayırıyor. Türkiye’de Digital Age Zirvesi’nde konuşma yaptıktan bir hafta sonra Japonya’da Nikkei’de konuşacağı bir programının olması, bu maddeyi yeterince anlaşılır kılıyor.

Kurtoğlu’nun ajandasını tanımlayan üçüncü madde, bir büyük şirket kabul edilebilecek PARC’ın gündelik operasyonu vakit olarak büyük bir karşılığa sahip. Dördüncü ve son derece önemli bir madde ise, insan yetiştirmek: Kurtoğlu, bunu, doğru insanları PARC’a çekebilmek, bu insanları hem profesyonel hem kişisel olarak gelişebilecekleri alanlara kanalize edebilmek ve motive tutabilmek olarak açıklıyor. İnsan yönetiminin en önemli boyutu, PARC’ın girişimcilik kültürü ile yoğurulmuş Ar-Ge kültürünü DNA’lara işleyebilmek ve canlı tutabilmek.
Kurtoğlu, kilit performans göstergeleri (KPI) konusunda ise, “KPI sayılabilir mi bilmiyorum ama yapmamız gereken bazı şeyler var. Xerox’tan ayrıldığımızdan beri kendi P&L’imiz (kâr ve zarar açıklaması) var. Sonuçta her çeyrekte ve her yılın sonunda finansal rakamlarımızı tutturmak zorundayız. Birinci KPI, elbette kârlı bir işletme olarak hayatımıza devam edebilmek. Bunun dışında iki tane daha önemli şey var” diyor.

Kurtoğlu, ikinci KPI’ı “Bizim yapmaya çalıştığımız şey, bilimi, teknolojiyi ve kendi fikirlerimizi etki yaratacak bir noktaya getirebilmek. Bu dönüşümü sağlayacak şeyleri bizim doğru takip ve kontrol etmemiz gerekiyor. Bununla ilgili birçok KPI’ımız var. Hattımızda yeterli sayıda projenin olması gerekiyor ki, yeterince patent yaratalım. Bu, akademik, bilimsel ve teknik olarak saygınlığımızı sürdürmemiz anlamına geliyor. Bunun ölçütü ise, belirli sayıda patent ve fikir üretebilmek” sözleriyle tanımlıyor. Bunların tamamının ölçütleri var ve sürekli takip ediliyorlar. Bu takip, enerji ve odklanmanın doğru yere yönlendirilip yönlendirilmediğini fark etmeyi sağlıyor.

Bunların PARC’ın varlığını sürdürmesi açısından önemi tartışma götürmüyor ancak Türkiye ile köprü kurulduğunda DARPA ile yapılan çalışmaların yarattığı birikim daha fazla önem taşıyor. Türkiye odaklanmasını ve enerjisini giderek artan ölçüde savunma sanayiine yönlendirirken DARPA için geliştirilen teknolojinin diğer alanlarda kullanılacak teknolojinin de bazını yaratması ve bir nevi kalkınma kaldıracı oluşturması önemli bir deneyim ve birikim oluşturmuş durumda. Kurtoğlu bunun tam merkezinde yer alan kişi olarak bu birikime en hakim kişilerden biri. “DARPA’nın nasıl düşündüğünü bilmiyorum ama ben ‘moonshot’ dediğimiz şeyi yapmaya çalıştıklarını düşünüyorum. Yani hedef tahtasına o kadar zor bir şeyi koyalım ki, ulaşırsak süper olsun ama onun yüzde 60-70’ine bile gelebilsek ileri teknoloji olarak birçok yeni yeteneğin gelişmesine önayak olmuş oluruz, diyor. Ondan sonra o problemleri ortaya koyuyorlar” diyen Kurtoğlu, “Şu anda o önemli problemler, imalat teknolojileri; otomasyon; drone ve otomobil gibi kendi algısına sahip (self-aware) sistemler; ve güvenlik ile kişisel bilgilerin gizliliği. İnanılmaz derecede para aktarılıyor buna” şeklinde konuşuyor. İmalat teknolojileri tarafında, özellikle yazılım tarafında ürün geliştirme teknolojileri; daha hızlı, daha ucuz, daha etkili bir şekilde mühendisliğin yapılabileceği araştırılıyor. Drone, araba, endüstride kullanılan robotlar yaygınlaştıkça bunların güvenliğinin nasıl sağlanacağı çok önemli bir konu olarak çalışma masada duruyor.

Kurtoğlu “Bu konulara yatırım yapıyorlar ve sistem genelde şöyle işliyor: Federal hükümet ortaya çıkarılmış olan teknolojilerin savunma için ya da daha doğrusu hükümetin hedefleri ile ilgili olan haklarını elinde tutuyor. Bu, ticarileştirmek için aktif bir rol oynuyor demek değil ama diyor ki, ‘Biz size para verdik, siz bunları geliştirdiniz; eğer herhangi bir noktada biz bunun hükümet için herhangi bir uygulaması olduğuna inanırsak, bizim de buna hakkımız var’ diyor” şeklinde konuşuyor.

Aramızda bu modeli “Parayı veren, düdüğü çalar” şeklinde yorumluyoruz. Kurtoğlu burada önemli bir nüansa dikkat çekiyor: “Ancak hükümet ‘onun hakkı yalnızca bizim’ demiyor. PARC, bütün o yaratılan fikri mülkiyetin tam hakkına ve istediği iş ortağıyla gidip onu ticarileştirme hakkına sahip” diyor.

Bu yaklaşım iki sonuç yaratıyor. Birincisi, bu esneklik olduğu için PARC, o yatırımla geliştirilmiş olan teknolojik olanakları alıp -doğrudan savunma sanayiine yönelik olsun ya da olmasın- istediği iş ortakları ile ticarileştirmeyi sağlıyor. Bu esnekliğin olması, endüstriye çok büyük katkı sağlıyor. İkincisi, bir teknolojik yeterlilik, savunma sanayii ile ilgili bir uygulama için geliştirilmiş olsa da, teknolojinin temeline bakıldığında onu alıp çok farklı alanlarda da o teknolojinin nasıl kullanılacağını araştırmak mümkün. Kurtoğlu, “PARC’ta bunun sayısız örneği var. İmalat sanayii ile ilgili olarak, talaşlı imalatın otomasyonu ile ilgili bir çalışma DARPA finansmanı ile başlamıştı. Daha sonra biz doğru partneri bulduk, onlar yatırım yaptılar ve o iş şimdi kendi başına şirket olacak şekilde yoluna devam edecek” diyor.

Örnekler çığ gibi büyüyor ancak dikkat edilmesi gereken nokta, bunların oluşturulması için PARC gibi kurumlara duyulan ihtiyaç. Kurtoğlu, “Sadece devlete bir şey geliştirip onu devlete verdiğiniz zaman, uygulaması sınırlı kalıyor. Bizim modelimizde daha geniş etki yaratmak mümkün oluyor. Bunun için öncelikle bir pazar gerekiyor doğal olarak ama global pazara açılımınız varsa çok problem olacağını zannetmiyorum. İkincisi de, geliştirilen teknolojik yeterlilikleri alıp başka uygulamaları sistematik bir şekilde yapabilecek ve oradan değer yaratıp ticarileştirme patikalarını bir şekilde takip edebilecek kurumlar lazım. Türkiye’de bu var mı? Ondan çok emin değilim” diyor.

Bu alandaki rekabette öne çıkmak ya da geride kalmak, nihayetinde Ar-Ge’ye ne kadar yatırım yapıldığına bağlı. Radyo ve internet gibi buluşların İkinci Dünya Savaşı’nın ardından geliştiğine dikkat çeken Kurtoğlu, “Global savaş ortamı, Ar-Ge yatırımlarını çok ciddi etkiliyor. Bu ciddi fark yaratıyor. Bana ilginç gelen bir başka konu daha var. Biz radyo ve Ethernet gibi çığır açmış buluşlardan bahsederken hep retrospektif olarak bakıyoruz. O kadar büyük bir etki ortaya çıkıyor ki geriye bakıp ‘vay, ne kadar büyükmüş’ diyoruz. Ama ben kişisel olarak şöyle düşünüyorum: Vay dedirten teknolojiye baktığınız zaman, o teknoloji ile bir önceki teknoloji arasındaki teknolojik gelişim bizim algıladığımız kadar çok değil aslında” diyor.

Kurtoğlu’nun iPod örneği ile açıkladığı konsept, çok fazla devrimsel geçiş yaşandığı konuşulan teknoloji dünyasında gerçekte yaşananları açıklıyor. Kurtoğlu, “İnsanların cebine bin tane şarkı koyabilmek büyük bir sıçramaydı ancak iPod’un bileşenlerine baktığınız zaman daha önce geliştirilmiş olduklarını görürsünüz. Bazen teknolojinin değişme miktarı aslında küçük ama o küçük parça öyle bir eşiğin üzerine çıkarıyor ki teknolojiyi, ondan sonra yarattığı etkiye baktığımızda vay diyoruz” şeklinde konuşuyor.

Gelecek nesiller için teknoloji yaratırken dokuz 10 yıl sonrasına bakmak ve beklemek gerekmesi, şirketlerin üç aylık bilanço dönemleri ile karşılaştırıldığında pek anlaşılır gelmiyor. Bu, Kurtoğlu’nun deneyiminin değerini artırıyor. Kurtoğlu, bu deneyimini Türkiye’den uzak tutmama konusunda çok istekli.

Kurtoğlu, “Ben Türkiye’nin insan kaynağı olarak çok ciddi bir potansiyeli olduğuna inanıyorum. Bunu Türkiye içindeki ve dışındaki arkadaşlık ve iş ağlarımda görüyorum. Global arenada rekabet edecek insan yeteneğine kesinlikle sahibiz. Benim gördüğüm birkaç problem var. Biri, yetenek nasıl işlenecek? Bunun iki yönü var: Kişisel olarak insanların bilgiye sürekli aç olup kendi kendilerine yatırım yapmayı ön plana çıkarıp bununla ilgili işler yapmaları gerekiyor. Bu konuda belirli tembellikleri olan bir kültürümüz var. İkincisi de sistem, sistem, sistem” diyor.

Bu sistem, sürdürülebilirliğin de güvencesi. Kurtoğlu’nun yedi yıllık deneyimi, birçok meydan okuma, birçok yeni sorumluluk, altından kalkıp kalkamayacağını bilmediği fırsat verilmesine dayanıyor. Kurtoğlu, “Bu, yeni bir öğrenimle geliyor. Kendinizi zorluyorsunuz; birşeyler yapmaya çalışıyorsunuz; o sistemi, o kültürü yaratabilmek önemli ve burada ciddi eksiklikler var” diyor.

Bunların aşılabilmesi için, nerede olmak istendiği ve nerede global bir oyuncu durumuna gelmek gerektiği konularında net politika yanıtlarının verilmesi de gerekiyor. İnovasyon ve Ar-Ge’ye sadece maliyet olarak bakmamak başka noktalara ulaşmayı sağlıyor. Kurtoğlu, “Ben hiçbir sektörde, sektörünün lideri olmaya çalışan bir şirketin inovasyon ve Ar-Ge’ye yatırım yapmadan var olabileceğine inanmıyorum. Teknolojinin gelişme hızı düşünüldüğünde, bunun aksini düşünmediğinin çok naif olduğu kanaatindeyim. Bu, en nihayetinde kurumsal olarak ve devlet olarak neyi kendimize hedef aldığımız sorusuna geliyor. Bu konuda gideceğimiz çok yol olduğunu düşünüyorum” diyor.

Kurtoğlu sadece bunları söylemekle kalmıyor; bu yolculukta Türkiye’nin faydalanması için bir pusula netliğinde yön gösteren bir Türk CEO olarak yanımızda duruyor. Üstelik Silikon Vadisi’nin kendisini kanıtlamış modeli içinde kendisini kanıtlamış bir isim olarak.
 
PARC’ın siber-fiziksel güvenlik odağı
Güvenlikte yazılımın rolünün ve otomobillerde çok konuşulan otonominin artması, Kurtoğlu’nun deyimiyle “güzel ama güvenlik tarafında sıkıntı yaratacak gelişmeler”. PARC’ın yapmaya çalıştığı farklı uygulamalarda kullanılan sistemleri güvenli hale getirmeye odaklanıyor. İnsansız uzay ve hava araçlarının hacklenmesini engelleyecek çözümler kadar imalat sektörü de PARC’ın ilgi alanında. Fabrika ortamlarında otomasyon ile birlikte robotiğin ağırlığının artması, teknolojilerin değişmesine paralel olarak yazılımın daha önemli bir etkene dönüşmesi ve imalat süreçlerinin de bir şekilde hack edilmesi ile daha büyük zararların oluşmasının mümkün olması, fiziksel sistemlerin daha güvenlikli hale getirilmesinde siber-fiziksel boyutun önemini artırıyor. Bu, veri merkezinde güvenlik görevlilerinin duracağı yerleri belirlemeye oranla çok ileri bir boyut.