Her şeyi Merkez Bankasından mı bekleyeceğiz?

0
33

2008 küresel krizinden bu yana neredeyse 10 yıl geçti. O günlerden sonra finans piyasalarında işe başlayan gençler neredeyse hiç kriz görmedi! Hatta krizi geçelim, borsalarda doğru dürüst bir düzeltme bile görmedi bile. (Petrolde yaşanan “kayaç devriminin” yarattığı sert düşüş istisna!) “Alabildiğin kadar risk al, bir sorun çıkarsa nasılsa Merkez Bankaları gelir bizi kurtarır” şeklinde tanımlayabileceğimiz bir söylem oluştu. Politikacılar yapmaları gerekenleri yapmayıp (Özellikle gelir dağılımına yönelik acı reçeteler) işi tamamen merkez bankalarına havale ettiler. Gariptir ki başta Fed ve ECB olmak üzere küresel Merkez Bankaları da bu rolü ya istemeden benimsediler, ya da bu rolü “sevdiler”. Bir anlamda ekonomilerin toparlanması, büyütülmesi görevi Merkez Bankalarına yıkılmış durumda. Gelişmiş ülkelerde yaşanan bu durum, gelişen ülkelere de sirayet etmişe benziyor. Her ne kadar siyasi otoriteler bu fikri zaman zaman çok sevmeseler de fazla da ses çıkarmıyorlar.

Ancak bu durum bizim için ne yazık ki çok da doğru değil. İşler iyi giderken başarı siyasi otoritenin, işler kötü giderken bütün suç ya bazı “lobilerin” ya da Merkez Bankası’nın. Bunun çok da doğru olduğunu söylemek hayli zor. Diğer yandan hemen hemen her yıl enflasyon hedefini “ıskalayan” Merkez Bankası için ortada bir kredibilite sorunu da yok değil! Ancak aynı MB bu yıl bir yandan sıkı para politikası uygularken; diğer yandan Kredi Garanti Fonu ile beyaz eşya ve mobilyada getirilen vergi indirimleriyle “gevşeyen mali politika” nedeniyle enflasyon hedefini tutturamadığını net olarak ortaya koymakta zorlanıyor. 

Bu yazı yazıldığı gün Dolar/TL kuru 3.9781 ile, Euro/TL kuru 4.6759 ile yeni rekorlarını kırarken, gösterge tahvil 14.28, 10 yıllık tahvil getirileri de 13.18 ile yeni zirvelere yükselmişti. ABD’deki Zarrab davasının piyasalarda yaratmış olduğu bu gerginlik karşısında MB’nın politika adımı; tüm fonlamayı yüzde 12.25’teki Geç Likidite Penceresi (GLP)  seviyesine yükseltmek oldu. Kasım ayı başından bu yana; Zorunlu Karşılık, döviz kazandırıcı reeskont kredilerinin TL olarak ödenmesi ve Nakit Uzlaşmalı Vadeli Döviz İşlemi gibi farklı zamanlarda atılan adımlar ne yazık ki piyasaları sakinleştirmeye yeterli olmadı, yeni zirvelerin görülmesine engel olamadı. Hal böyle olunca da ‘Merkez Bankası faiz artırmalı’ tartışmaları gündeme geldi. Yine her şeyi Merkez Bankası’ndan bekler olduk. 

Korkarım yine yanlış teşhis, yanlış tedavi ‘sendromu’ ile karşı karşıyayız. Zira piyasalardaki gerilimi yaratan tek başına Merkez Bankası’nın uygulamaları değil ki! Evet, Dolar/TL kurunun Eylül başında düştüğünde; fonlama faizlerinde cüzi indirimlere giderek hem piyasaların tepkisine bakıp, hem de kendisine faizlerde hareket alanı kazandırabilirdi. Kasım ayı başından itibaren attığı adımları teker teker değil de toptan “kararlı bir politika” olarak sunabilirdi. Ancak siyaset cephesinden kendisine yeni salvolar gelirken, dış ilişkilerdeki sorunlar her geçen gün artarken ve yeni riskler fiyatlanmaya başlarken bu adımlar işe yarar mıydı, şüpheliyim. 

Benzer şekilde bugünlerde gelebilecek bir faiz artışının da “istenen” sonucu vereceğinden de emin değilim. Zira temel politikalarda anlamlı değişiklikler yapılmadan, yükseltilecek faizler yine kısa süreli bir nefes alma imkanı sağlayacaktır. Ancak çok da uzun olmayan bir süre sonra yeni ataklarla karşı karşıya kalabiliriz.

Faiz ve piyasalar konusundaki “hamasi” söylemlerden vaz geçmek; durumu objektif olarak değerlendirerek buna uygun politikaları hayata geçirmek, bir faiz artışından çok daha kalıcı fayda sağlayacaktır. Umarım kısa zamanda bunu görebiliriz.