Bağımsız kurumlar bir gün hepimize lazım olacak

0
56

2001 krizini neredeyse baştan sona sektörün içinde yaşayan biri olarak bugünlerde bankacılıkta yaşananlara anlam vermeye çalışıyorum. Önce çalıştığım bankaya el konmasını, ardından altı banka ile birleştirme ve nihayetinde birleşik bankanın satışını bilfiil yaşadım. Hatta birleşik bankanın satışında da daha önceden bankama el koyan TMSF adına görev yapıyordum. İçinde olunca tam olarak gelişmeleri bazen fark edemiyordum ama finansal ve ekonomik altyapıda da bazı değişiklikler oluyordu.  Üstelik bunlar normal zamanda hayata geçirilmesi mümkün olmayan şeylerdi; ancak bir kriz ortamında hemen herkesin “Yandım Allah” dediği zamanlarda kabul ettirilebilecek cinstendi.

İşlerin eskisi gibi olmayacağını hepimiz biliyorduk ama eski köye getirilen yeni adetlerin de neler olduğunu bizler tam olarak anlayamıyorduk. Bağımsız kurumlar da bunların bazılarıydı. Merkez Bankası, BDDK, EPDK vb. sanırım 8-10 tane yeni kurum ve bunların da kurulları oluşturulmuştu. Politikacılar ellerinden “oyuncakları” alındığı için mutsuzlardı, ancak kriz ortamında da başka çareleri yoktu. IMF kredi vermek için bu kurumların kurulmasını adeta şart koşmuştu. Parayı alabilmek, çarkları yeniden döndürebilmek adına hemen herkes yeni düzeni kabul etmişti.

O günlerde bu dışarıdan gelen baskı ile kurulan kurumların neden inşa edildiklerini doğrusunu isterseniz anlamamış olanlardan biri olarak gerekliliklerini Daron Acemoğlu ve James Robinson’ın Türkçe’ye “Ulusların Düşüşü” olarak çevrilen “Why Nations Fail” adlı kitabını okuduktan sonra daha iyi kavrayabildim. Kitapta “ayrıştırıcı kurumların” ulusların çöküşüne neden oldukları, “kapsayıcı kurumların” ise ulusların refahının artışında ne kadar önemli rol oynadıkları, dünya üzerindeki değişik örneklerle ortaya konuyor.

2001 yılında bizde yapılmaya çalışılan da “kapsayıcı kurumların” olduğu bir yapı inşa etmekmiş. “Ayrıştırıcı kurumların” olduğu ekonomik ve politik yapılar kaynakların belli bir zümrenin hizmetine amade kılınmasına neden oluyor. “Kapsayıcı kurumlar” ise toplumun tüm kesimlerini içine alan daha demokratik ve daha “paylaşımcı” yapıları ifade ediyor ki; “bağımsız kurumlar” da bu amaca hizmet etmek üzere kurulmuşlardı. Ancak bu kurumlar dışarıdan dayatıldığı için, organ nakli misali bizim vücutta pek “kabul görmedi”. Çok değil 10 yılda Devlet İhale Kanunu’ndan başlanarak yavaş yavaş bu kurumlar ya etkisiz hale getirildi ya da bağımsız mı değil mi anlaşılamayan hilkat garibelerine çevrildi. Kültürümüz, kurumlarımız, zihniyetimiz ayrıştırıcı!

Bugünlerde bağımsız kurumların ne kadar önemli olduklarını daha iyi anlayabildiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Özellikle de SPK ve BDDK konusunda son günlerde önemli sıkıntılar yaşanıyor. Bir katılım bankası konusunda her iki kurumun kuruluş kanunlarıyla doğrudan alakalı gelişmeler yaşanıyor. Bu kanunlar nezdinde suç olarak tanımlanmış fiiller işleniyor ancak, bu konuda her hangi bir işlem yapıl(a)mıyor.

Kısa vadede sessiz kalarak belki günü kurtarabiliriz. Ancak uzun vade için çok da hayra alamet değil bunlar. Zira ülkenin kredi notunu, cari açık verebilmemizi sağlayan şirket ve finansal kurumların risk algılarını negatif etkileyecek ve talep ettikleri risk primini artıracak gelişmeler bunlar. Kredi derecelendirme kuruluşları ile ilişkileri kesmekle de bu durumu değiştirmemiz mümkün değil!

“Hukuk bir gün hepimize lazım olacak” söylemi ne kadar doğruysa, “Bağımsız kurumlar da bir gün hepimize lazım olacak” söylemi de bir o kadar doğru söylem haline geldi. Sağlıklı bir finansal sistemin, sağlam bir bankacılık sektörünün güçlü bir ekonominin olmazsa olmazı olduğunu 2001 yılında çok ağır bir bedel ödeyerek öğrendik. Ne yazık ki kurumsal ve toplumsal hafızamız bazı konularda adeta “balık hafızası”. Bu unutkanlığın bedelini korkarım ki fazlasıyla ödeyeceğiz! Sadece bizim nesil değil, gelecek nesiller de…

Not: Bu yazının bir başka versiyonu eylül ortasında Finansonline sitesinde yayınlandı. Ancak sonrasındaki gelişmeler yeniden ele alınmasını gerektirdi!