Kuraklık artıyor, gıda krizi kapıda

0
78

Küresel ısınma, iklim değişikliğinin etkileri uzakta değil, hatta bir süredir yaşamaya başladık. Normal olmayan yağmurlar, seller ya da beklenmedik yağışlar, kuraklık gibi gerçekler günlük hayatımızda. Tabii gün geçtikçe bu etkiler artacak. Hatta bugün tarımsal üretim anlamında bu değişimden yararlanan ülkeler de bu yüzyılın sonunda nasibine düşeni alacak. Kısacası dünya ciddi bir tehdit altında. Türkiye ise Avrupa ve Asya Bölgesi’nin en kırılgan ülkesi durumunda.

İklim değişikliğinin insan yaşamına, ekonomiye, sektörlere ve iş dünyasına doğrudan, dolaylı etkileri ne olacak? Özellikle su ve tarımsal üretim, ticaret bu durumdan nasıl etkilenecek? Bu ve benzeri sorular önümüzdeki dönem daha fazla gündeme gelecek. Biz de iklim değişikliğinin su, tarımsal üretim ve ticarete etkilerini masaya yatırdık.

İklim denildiğinde Türkiye’de akla gelen ilk isimlerden olan İstanbul Teknik Üniversitesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, iklim değişiminin ekonomik etkileri konusunda birçok makaleye imza atmış, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ikinci çalışma grubunun üyesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Barış Karapınar, iklim değişiminin tarım ve gıda üzerindeki etkileri konusunda sıkça uyarılar yapan, gıda sektörünün öncü firmalarından Sezon Pirinç Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Erdoğan ve TSKB Grubu şirketlerinden Türkiye’nin sürdürülebilirlik konusunda ilk danışmanlık şirketi olan Escarus Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Hülya Kurt’la sorunları enine boyuna konuştuk. Balmumcu’da Renaissance Otel’in ferah atmosferinde yaptığımız toplantıda, iklim değişikliğinden etkilenecek ülkelerin başında gelen Türkiye’yi kuraklığın beklediği, tarımsal üretimin yüzde 60’lara varan kayıplar yaşayacağı, dünyanın yakın gelecekte ciddi bir gıda kriziyle karşı karşıya kalacağı ve bundan en olumsuz etkilenenin yoksul kesim olduğu ortaya çıkıyor.
 
İklim değişikliğinin nedenleri nelerdir?
MİKDAT KADIOĞLU: İklim değişikliğinin en büyük nedeni kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlar. Bunların havaya saldığı karbondioksit ve benzeri sera gazları ikinci bir güneş etkisi yaratarak dünyanın sıcaklığını artırıyor. Tabii atmosferde hiç sera gazı olmasaydı dünya bugünkünden çok daha soğuk olacaktı. Bu nedenle sera gazları iyi bir şey ama dengede olması lazım. Oysa artış aşırı miktarda.
 
Nasıl bir sorunla karşı karşıyayız?
KADIOĞLU:
İklim değişikliği dünyanın farklı yerlerini farklı şekillerde etkiliyor. Türkiye açısından baktığımızda; sıcak hava dalgaları, kuraklık, sel, orman yangınları gibi afetlerin sayısında, şiddetinde ve etkili olduğu bölgenin büyüklüğünde artış var. Türkiye Avrupa ve Asya Bölgesi’nde en kırılgan üçüncü ülke.
 
Neden?
KADIOĞLU:
Geçiş bölgesi olduğu için. Türkiye’de de bölgesel olarak farklı etkilenmeler söz konusu. Örneğin Karadeniz yıllık 2,5 ton yağış alırken, Konya yıllık 250 kilogram yağış alıyor. Bunların ortalamasını aldığınızda Türkiye’yi temsil etmeyen hayali bir rakam ortaya çıkıyor. Karadeniz’de yağışlar yüzde 5 azaldığında problem değil. Ancak Konya’da yağışların yüzde 5 azalmasının dahi çok kritik sonuçları olur. Sonuçta Türkiye biyoçeşitliliğin fazla olduğu (Avrupa kadar biyoçeşitlilik var) yarı kurak bir iklime sahip. İklim değişikliği ile birlikte bunlar da değişiyor. Sıcaklık artışları, yağışların azalması veya yağış rejiminin değişmesiyle Türkiye’de kuraklık artıyor. Önce yağış eksikliği yani meteorolojik kuraklık, sonra hidrolojik kuraklık, ardından tarımsal kuraklık ve bunun sonucu fiyatların artması ve su kesintilerinin sonucu olarak da sosyo-ekonomik kuraklığa neden oluyor.
 
Türkiye su zengini bir ülke değil mi?
KADIOĞLU:
Türkiye su zengini bir ülke değil, aksine su fakirliğinin kıyısında bir ülke. İklim değişikliği ve nüfus artışını göz önüne aldığımızda 2050 yılında kişi başına su miktarının 700 metreküpe düşmesi bekleniyor. Bu çok ciddi bir sorun ama Türkiye’de iklim değişikliği denince akla “buz üzerine çıkmış ayı” fotoğrafı geliyor. Yani bizden çok uzakta, burada olmaz gibi bakılıyor. Şehirlerde yağmur drenaj sistemi, mazgallar, 20 yıl önceki yağışa göre yapılıyor.
HÜLYA KURT: Türkiye’de iklim değişikliği konusunda orta uzun vadeli strateji ve eylem planına ihtiyaç var. Dünyada bu konular ulusal politikalar olarak ele alınıyor. Gelişmiş ülkeler, iklim değişikliğinin sanayiye, tarıma, iş dünyasına, bireylere etkileri konusunda planlamalar yapıyor. Şehirler, yapılaşma, sektörel seçimler ve kalkınma-büyüme planları iklim değişikliği ekseninde tasarlanıyor.
 
İklim değişikliğinin bölgelere etkisi nasıl?
KADIOĞLU:
Türkiye’de iklim değişikliği projeksiyonlarına baktığımızda Karadeniz’de kışın yüzde 10 yağış artışı var ama hava ısındığı için yağmur şeklinde oluyor. Marmara’dan Ege, Akdeniz’e kadar tüm bölgede ise yüzde 20-30’lara varan yağış eksikliği olacağı tahmin ediliyor. Sıcaklık her yerde artıyor ama özellikle İç Anadolu, Ege Bölgesi’nde sıcaklığın dört derece artması bekleniyor. Tüm Akdeniz çanağında olduğu gibi Türkiye’de de kuraklaşma bekleniyor. Marmara bu bölgeler kadar olumsuz değil ama burada da şehirleşme nedeniyle betonlaşma var. Trakya tarafında yer altı sularında büyük sıkıntı olacak. Bölgeler arasında su taşınması sıkıntı yaratıyor. Örneğin İstanbul’un aldığı suların Trakya’yı kurutma tehlikesi var. Her şehrin bulunduğu yerdeki su kaynaklarına uygun büyümesi lazım. Bugün ülkeler arasında su savaşı konuşuluyor, gelecekte Türkiye’de şehirlerarası su problemleri çıkacak. Tabii iklim değişikliği su kıtlığının tek nedeni değil, belki son nedenidir. Tarımda, sanayide yanlış su kullanımı daha önemli. Gelişmiş ülkeler, aşırı su kullanan tekstil gibi sektörlerden çıkarken biz aşırı su kullanan tarımsal ürünlere teşvik veriyoruz.
 
Mikdat Hoca’nın bahsettiği tarımsal kuraklık, sosyo-ekonomik kuraklık tanımlaması üzerinden de bakıldığında, iklim değişikliği ekonomiye nasıl yansıyacak?
BARIŞ KARAPINAR:
Sıcaklığın artması, yağışların değişmesi gibi iklimde olan değişikliklerin yaratacağı etkiler, en temelde tarım sektörünü olumsuz etkiliyor. Sıcakların arttığı ve yağışların azaldığı yerlerde tarımda verim azalıyor. Geçmişle kıyasladığımızda iklim değişikliği nedeniyle tarımda verimliliğin düştüğünü görüyoruz. Uzun vadede verimlilik daha da düşecek. Bugün bundan faydalanan ülkeler de var. Örneğin Rusya’da daha önce tarıma müsait olmayan alanlar iklim değişikliğinin sonucunda tarıma müsait hale geliyor. IPCC raporunda, 2030 yılına kadar verimliliğin pozitif etkilendiği ülkeler olduğu gibi Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu negatif etkilenen ülkeler olduğunu görüyoruz. 2100’e doğru gidildiğinde ise bütün dünya olumsuz etkileniyor. 2100’lerde sadece iklim değişiklikleri nedeniyle verimlilikler yüzde 50’lere varan oranlarda düşecek. Bu tarımsal fiyatları etkileyecek. Yine bu raporda tarımsal fiyatların ortalama yüzde 85 artacağı görülüyor. Kuraklık ve seller gibi şok etkisi yaratan, anlık ortaya çıkan ve kolaylıkla öngörülemeyen aşırı iklim olaylarının ekonomiye etkileri ise daha büyük olacak.
 
Odağımız tarım olacak ama kısaca diğer sektörlere etkisinden de bahsedelim…
KARAPINAR:
Doğrudan etkilediği sektörler; tarım, turizm, enerji ve sigorta.
 
Birkaç yıldır Uludağ’da yaşanan kar sorunu iklim değişikliğinin bir sonucu mu?
KADIOĞLU:
Sıcaklıklar bir derece arttıkça kar sınırı 150 metre yukarı çıkıyor. Bu nedenle Avrupa’da bin 500 metrenin altındaki bölgelere bankalar, kış sporları için kredi vermiyor. Türkiye Erciyes, Isparta’ya kadar turizm teşvikleri veriyor, bu doğru bir yatırım değil.
 
Sektörlere etkisini devam ederseniz…
KARAPINAR:
Suyla ilintili olan tüm sektörler bundan etkilenecek. Suyun yüzde 70’i tarımda kullanılıyor. HES’ler bundan doğrudan etkileniyor. Tekstil, çelik gibi suyun yoğun kullanıldığı sanayi kolları bundan etkilenecek. Bunun yanında iklimlendirme sektörleri etkilenecek. Yine aşırı iklim olaylarındaki artışlardan ulaşım, altyapı gibi alanlar etkilenecek.
 
Hülya Hanım, ekonomiye etkiler ve bunun iş dünyasına yansımalarında ne görüyorsunuz?
KURT:
İklim değişiminin fiziksel, ekonomik ve sosyal etkileri var. Fiziksel olarak kuraklık, su kayıpları ve yağış rejimi değişikliklerini söyleyebilirim. Ekonomik ve sosyal anlamda baktığımızda, tarım ve orman ürünlerinde azalma, su kaynaklarının azalmasıyla enerji darboğazı, sahil ve kıyı bölgelerdeki deniz seviyesi yükselme riskinin turizme doğrudan etkisi var. Dolayısıyla iş dünyasına da etkileri var. Su, karbondioksit, enerji, toprak kaybı, ekilebilir alan ve mahsul kayıpları ve balıkçılık verilerinin etüt edilerek makro modellemelerin yapılması, finans sektörü dahil şirket stratejilerinin bu risklere göre yapılandırılması gerekecek. IPCC’nin bir önceki raporunda risk kelimesi sadece 40 kez geçiyordu, yeni raporu taradığınızda 230’un üzerinde. Durum ciddi. Bu riski ekonominin tüm paydaşları görmeli, değerlendirmeli ve yönetmeli.
 
Sürükleyici etkisi itibariyle önemli olduğu için finans sektörü ne kadar bu durumun farkında?
KURT:
Bugün sürdürülebilir bankacılık denen bir kavram ortaya çıktı. Önce finans sektörü kendi faaliyetlerinden dolayı yarattığı çevresel, sosyal etkilerin farkına vardı ve riskleri ölçmeye, azaltmaya ve yönetmeye başladı. Akabinde bu alanda yeni ürünler geliştirdi ve geliştirmeye devam ediyor. Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği, yeşil bina yatırımları, kaynak verimliliğine ilişkin projelerin finansmanı yapılıyor. Tüm sanayi sektörlerinde suyun ve diğer tüm girdilerin etkin ve verimli kullanımına dair farkındalık tam oluşmuş değil. Tekstil, içecek, boya gibi suyun yoğun kullanıldığı yerlerde su kullanımının yüzde 5-10 düşürülmesi doğrudan operasyonel kârlılığı artırıyor. Veya hammaddede, ambalaj malzemesinde ve tabii ki enerjide yapılacak her türlü optimizasyon hem iklim hem üretim maliyetlerinde azalma sağlıyor.
 
Atılacak adımların bilançoya olumlu yansımaları var…
KURT
: İklim ve çevre konusu sanki bir grup bilim adamı ile çevre örgütlerinin sorunuymuş gibi algılanıyor. Oysa bu şirket yöneticilerinin de sorunu olmalı. İş dünyası ve finans sektörü, tedarik zincirinde iklim değişikliği ve kaynakların azalmasından kaynaklanacak etkileri dikkate almalı. Çünkü doğrudan şirketin kârlılığını, firmanın üretip üretemeyeceğini, var olma riskini etkiliyor. İklim değişikliği teknik ve sosyal yönüne ilave olarak aslında finansal bir konu olarak da algılanmalı. Bankaların bu konuya duyarlılığı her geçen gün katlanarak artıyor. Dünyada kredilendirme süreçlerinde bilançoların orta-uzun vadede iklim değişikliğinden nasıl etkileneceği de göz önünde bulundurulmaya başlandı. Yurtdışında kredi portföyünün karbon envanterini hesaplayan bankalar var. Yatırım fonları da bu konulara çok duyarlı.
KADIOĞLU: 1960’larla bugün karşılaştırıldığında meteorolojik afetler üç kat artmış durumda. Bunun ekonomik kayıpları dokuz kat, sigorta kayıpları ise 15 kat arttı. Bu nedenle birçok ülkede bu afetlerin de zorunlu afet kapsamına alınması isteniyor.
 
Tarıma dönersek Mehmet Bey, siz tarım sektöründe faaliyet gösteriyorsunuz. Tarım en olumsuz etkilenen sektör. Türkiye, bu durumun ne kadar farkında?
MEHMET ERDOĞAN:
Dünyada farkındalık algılamasında artış var. Türkiye’de de daha fazla konuşulur, yazılır hale gelindi. Ancak stratejik bir devlet politikası halinde ileriye yönelik planlama yapılmadığı meydanda. İnsanlar özellikle tarımsal ürünlerde ciddi fiyat artışları yaşandığında bu işin daha fazla farkına varıyor.
 
Son yıllardaki fiyat artışları iklim değişikliğinin bir sonucu mu?
ERDOĞAN:
İklim değişikliği kendini ağır ağır gösteriyor. Bir yıl kuraklık artarken ertesi yıl daha fazla yağış oluyor ya da bazı ülkelerde kuraklık varken bazı ülkeler daha yoğun yağış alıyor. Ama 2000’li yıllardan itibaren parite üzerinden baktığımızda, tarımsal ürünlerin fiyatlarında diğer emtialara karşı sürekli bir artış var ve bu artışlar devam edecek. Zamanla üretim bölgelerinde kaymalar yaşanacak ve bu demografik problemlere, bölgesel göçlere neden olacak. Fiyat hareketlerinin tamamını iklim değişikliğine bağlamak mümkün değil ama ciddi bir etkisi var. Bunun yanında psikolojik etkisi de var. Asıl buna dikkat etmek lazım.
 
Nasıl bir etki?
ERDOĞAN:
Son birkaç yıldır özellikle üretici ülkelerde, en küçük bir kaygıda çok sert bir şekilde ihracat yasakları uygulanmaya başlandı. Özellikle Hindistan, Mısır gibi gelir düzeyi düşük ülkelerde. Bu da dünya piyasalarında mal arzında kısıntıya yol açtığı için fiyatların hızla yukarı çıkmasına neden oluyor. 2008 yılında hatırlarsınız pirinç fiyatları patladı ve Türkiye’de de politik çalkantılara neden oldu. Bu durum Endonezya’dan kaynaklandı. Endonezya önemli bir üretici ama daha büyük bir tüketici olduğu için 2 milyon ton pirinç almak için ihale açtı, ihaleye herhangi bir fiyattan teklif gelmedi. Bunun üzerine paniklediler. Sonra Vietnam’la politik ilişkileri kullanarak el altından mal temin ettiler. Bu bedelini ödeyerek de satın alamayacağımız günlerin gelebileceğinin göstergesi.
KURT: İnsanlar iklim değişikliğini en yoğun “gıda” üzerinden yaşayacaklar. Çünkü “ne yediğiniz, kaça yediğiniz, bu gıdanın bulunabilirliği ve ulaşılabilinen seçenekler” korkarım önümüzdeki yıllarda daha da hissedilir olacak. Para ödemeye hazır olsanız bile ürün bulamayacaksınız.
ERDOĞAN: Tabii, tabii… Bu yıl da fiyatların artmasının temel nedeni bu. Türkiye japonika denen orta taneli pirinç tüketen bir ülke. Dünyada bu yıl pirinç üretiminde bir sorun yok ama japonikada problem vardı. Bu pirinci Japonya üretiyor ama zaten büyük bir tüketici. ABD California’da, Avustralya’da ve Türkiye’de üretiliyor. Türkiye bu yıl ciddi bir kuraklık sorunu yaşadı, California tarihinin en büyük kuraklık sorununu yaşıyor. Amerika ve Avustralya’nın üretiminde yüzde 30 kayıp yaşandı. Bu tür üretim kayıplarında üreticilerin ihracat yasaklarını uygulamaya koymaları halinde, dünya piyasalarına çıkın, tonuna 5 bin dolar dahi verseniz pirinç alamayabilirsiniz. Bu da tarım ürünlerinin özellikle de pirinç ve buğdayın ne kadar stratejik olduğunun teyididir.
KURT: Pakistan’da 2010 yılında yaşanan selde canlı hayvanların yüzde 40’ı yok oldu. 2 milyon ?????? tarım alanı etkilendi. Günün sonunda bu durum yeme alışkanlıklarında bile ciddi değişimlere yol açabilir.
ERDOĞAN: Dünyada üretiminde suyun fazla tüketildiği ürünlerden su tüketiminin az olduğu ürünlere kayış ve bu anlamda teşvikler var. Çin ve Hindistan dünyanın en büyük pirinç tüketicisi ülkeler. Son birkaç yıldır buğdaya teşvik var. Dünya, üretiminde çok su tüketilen ürünlerden vazgeçmek zorunda kalacak. Bu da beslenme alışkanlıklarının değişimine yol açacak. Türkiye de buna uyum sağlamak durumunda. Zaten zor oyunu bozar; isteseniz de farklı davranamayacaksınız. Bunun yanında üretim bölgeleri değişecek.
 
Biyo yakıtlar sorunu büyütüyor mu?
KARAPINAR: Fiyat artışlarına neden olan en önemli sorunlardan biri biyo yakıtlar. 2007-2008 krizinin de en önemli nedeni biyo yakıtlardı. Tarımsal ürün üretmek için kullanılan arazilerin biyo yakıtlara kayması arzda ciddi bir daralma yarattı.
Biyo yakıt çevre dostu diye tanımlandı…
KARAPINAR:
Sera gazları anlamında pozitif etkileri olabilir ama gıda güvenliği anlamında ciddi olumsuz etkisi var. Tarım ürünleri ile petrol fiyatları arasındaki fiyat bağı 2000’li yılların başında görece zayıftı. 2005’le birlikte bu bağ çok güçlendi. Petrol fiyatları arttıkça tarımsal fiyatlar da artıyor. Çünkü petrol fiyatları arttıkça biyo yakıtlara talep artıyor, talep artınca alan artıyor ve tarımsal ürünlerin fiyatı artıyor. Bu nedenle petrol fiyatlarının düşmemesi durumunda zaten tarımsal fiyatların düşmesi mümkün değil. Arzdaki sıkıntıların yanı sıra nüfus artışı ve Çin, Hindistan gibi ülkelerden kaynaklanan talep artışı da sıkıntı yaratıyor. Uzun vadede bu durumun fiyat artışlarına neden olması kaçınılmaz. Çünkü verimlilik artışları bunu karşılamıyor. 2050 yılına kadar sadece iklim değişikliğinin getireceği fiyat artışı yüzde 85 olacak. Buğdayda ise yüzde 100’ü aşıyor. Diğer etkenleri de eklediğinizde durum fiyat anlamında daha da vahim hale geliyor. Küresel anlamda 2050’lerde gıda arz sorunuyla karşı karşıya kalacağız.
 
Gelişmiş ülkeler tarım politikalarını belirlerken iklim değişikliğini ne kadar önemsiyor?
ERDOĞAN:
ABD Tarım Bakanlığı, elçilikleri aracılığı ile tüm ülkelerin tarımsal üretimine ilişkin bilgiler alıyor. Uydulardan tüm dünyayı gözlemliyor. Böylece dünya için üretim projeksiyonu çıkarıyor. Yani bu yıl şu kadar buğday üretiliyor, şu ülkeler üretiyor gibi… Sonra dönüp kendi üretim desenini o yılki dünyanın üretimine göre gerekirse değiştiriyor. Buğday bolluğu olacaksa kendi üreticisi zarar etmesin diye alternatif ürünlere yönlendiriyor.
 
ABD bu politikaya “buğday hırsızlığı” sonrasında geçti, Mikdat Hocam, bu olayı hatırlatır mısınız?
KADIOĞLU:
1974 yılında Rusya’da çok büyük kuraklık yaşanıyor. Kimse bilmiyor, Ruslar ilkbaharda gidip ABD’de el altından ihtiyacından fazla buğday satın alıyor. Sonra kuraklık ortaya çıkıyor. ABD ihtiyacını karşılamak için Rusya’dan çok daha yüksek fiyattan buğday alıyor. Buna Amerikalılar “buğday hırsızlığı” diyor.
 
Türkiye’de çiftçiler uzun süreli hava durumuna bakıyorlar mı?
ERDOĞAN:
Artık bakıyorlar. Çünkü son yıllarda iklim sorununu bizzat yaşamaya başladık. Bu yıl herkesin gözü havadaydı, yağmur yağsın diye. Şimdi de Trakya’da yağmur dursun diye dua ediliyor, çünkü ürün ekemiyorlar. Tabii çiftçilerin bireysel önlem alması bir şey ifade etmiyor. Devletin topyekun çevresel ve iklime yönelik politikalara göre bir strateji oluşturup yönlendirmesi lazım.
KURT: Herkesin bu konuda bir araştırma laboratuvarı kurup, bunu takip ederek modelleme yapacak hali yok.
KADIOĞLU: ABD’de devlet sadece normal hava tahmini yapar. Özel meteoroloji firmaları var, bunlar da tarıma yönelik özel tahminler yapar. Çiftçiler de buraya abonedir. Bu firmalar altı aylık sürekli yenilenen tahminler yaparlar. Bu tahminlere göre ekime karar verilir. Türkiye’de ise hava tahmini bile kullanılmıyor. Örneğin gübre atacaksa yağmur yağması lazım, sulama yapacaksa yağmur yağmaması lazım. Bunun için de haftalık hava tahminine ihtiyaç var. Bizde haftalık doğru dürüst bir tahmin yok. Meteorolojinin verdiği hava tahminlerine bakarsanız Türkiye’de kuraklık olmazdı. Örneğin bu sonbaharda saman fiyatları artacak. Çünkü buğdayda üretim kaybı var.
ERDOĞAN: ABD’de bazen ekilmemesi için teşvik verilir. Örneğin “Pirinci ekmezsen bu yıl sana şu kadar teşvik veririm” diyor.
KARAPINAR: Meteoroloji ile ilgili çiftçinin bilgilendirilmesi, yönlendirilmesinin yanında çiftçiyi yönlendirme anlamında fiyat politikası etkin kullanılabilir. Altyapıda sulama, arazinin yapısı, çiftçinin eğitimi, gerekli teknolojinin kullanılmasını sağlamak lazım. Biz hâlâ Türkiye’de kuraklık direnci yüksek buğday, arpa geliştirmiş değiliz. Buğdayın insanlık tarihinde ilk üretildiği bölgede yaşıyoruz, ama buğdayı, dünya ortalamasının altında verimlilikle üretiyoruz.
ERDOĞAN: GAP’ta bu altyapı var ama çiftçiyi bilinçlendirmedik diye yanlış sulamayla tuzlanma yaşanıyor.
KADIOĞLU: GAP’ı yanlış sulama ve iklim değişikliğine “kaptıracağız.” Aşırı sulama var, drenaj yok. Ayrıca o bölge Akdeniz havzasında olduğu için kuraklaşıyor, kar azaldığı için barajlarda su azalıyor.
BARIŞ KARAPINAR: İsviçre tarım ülkesi değil ama çok iyi tarım yapan ülke. Örneğin ineğini ahırda değil de dışarıda otlatarak besleyen çiftçi devletten ekstra para alıyor. Tarlanın içerisinde yabani hayata yollar açarak geçişini kolaylaştırırsan devletten ekstra destekler alıyorsun. Yani çevre için yaptığın olumlu şeyler için destek alıyorsun, verdiğin zararın da bedelini ödüyorsun.
KADIOĞLU: Bizde ise Konya’da şekerpancarı, Rize’de ise buğday üretimi için teşvik veriliyor.
ERDOĞAN: Şu anda Türkiye’de tarımsal üretim politikalarıyla iklim değişikliğinin uzaktan yakından bir ilişkisi yok. Üretimdeki düşüşün nedenlerini bile araştırmıyoruz.
 
Bir yıl patates fiyatları yükseldiğinde ertesi yıl herkes patates ekiyor…
ERDOĞAN:
Bu nedenle dünyada ne olursa olsun Türkiye’de her beş yılda bir pirinç fiyatları patlar. Çünkü üretici, pirinç ve patates fiyatları çok yükseldiyse ertesi yıl herkes evine kadar pirinç ve patates eker. Ertesi yıl ürün satılamaz, ancak bir yıl önceyi unutmadığı için bir yıl daha dayanır. Dördüncü yıl herkes bu ürünleri ekmekten vazgeçer, sonra fiyatlar patlar.
KARAPINAR: Ancak Türkiye’nin alan anlamında büyük olması ve farklı ekolojilerin olması bir avantaj. Buğdayda iklime bağlı değişkenliğe baktığımızda Türkiye’de üretim kaybı dünya ortalamasının altında. Bunun nedeni de ülkenin dört bir yanında üretilmesi ve aynı anda hepsinin kuraklık yaşamamasının sonucunda riski dağıtabiliyoruz.
 
Tarımsal ticaret tarafında ne tür değişimlere neden olacak?
KARAPINAR:
Ticaret dengeleri, ilişkileri, ağları değişecek. Dünya Ticaret Örgütü, ihracatı teşvik etmeye dayalı bir sistemken, 2007 gıda krizinde ihracat sınırlamalarına karşı ellerinde bir araç olmadığını gördüler. İsteyen istediği sınırlamayı yapabilir ve bunun önünde uluslararası bir kanun yok. Bu uluslararası ticaretin geleceği ve güvenirliği anlamında ciddi bir sıkıntı yaratıyor.
ERDOĞAN: Orta vadede tarımsal ürünlerin ticaretinde daha çok devletleri göreceğiz. İhracat ve ithalat sınırlamaları dünya piyasalarında öngörülemez fiyat hareketlerine yol açıyor. Politik kararlar piyasayı öngöremeyeceğiniz sertlikle değiştirebiliyor. Bu özel sektör firmalarının oyunu sürdürememesine yol açıyor. Tarımsal ürün fiyatlarının sosyo-politik boyutu olduğu için devletler müdahaleci olmak istiyor. Bu da bu ürünlerin gelecekte serbest ticaretini oldukça zorlaştırıyor. İklim değişikliğinin etkisiyle üretim problemleri arttıkça, önemli üreticiler bunu bir silah olarak kullanmak isteyecekler.
Türkiye bu değişime hazır mı?
KURT: Sadece biz değil, dünya da hazır değil. Tarımdan, sanayiye, finansa kadar iş dünyası, devlet, sivil toplum örgütleri, bu etkiler ve riskler çerçevesinde bugüne kadar yaptıklarını yeniden değerlendirmek durumunda. İklim değişikliği ve etkileri konusunda dünyadaki yenilikleri takip etmeye, onları Türkiye’de uygulamaya, Ar-Ge’ye ihtiyacımız var. Çünkü bir taraftan nüfus artıyor, diğer taraftan iklim değişikliğinin etkisiyle tarımsal üretim düşüyor. İklim değişikliği, artan talebi karşılayabilmede “fren” etkisi yaratıyor. Dolayısıyla hem artan nüfusu beslemek hem de gıda arzındaki azalmayı yönetebilmek için yeşil evrime ihtiyacımız var. Sanayide de enerji ve kaynak yoğunluğumuzu azaltmalıyız. Bir birim ürün üretmek için biz OECD ülkeleri ortalamasının iki, Japonya’nın üç katı enerji harcıyoruz. 21’inci yüzyılın iş dinamikleri: “İklim değişikliği + artan nüfus + azalan kaynaklar.” Çözülmesi beklenen denklem bu.
 
Hükümet bugüne kadar “Su akar Türk bakar” anlayışının var olduğu ve bunu değiştireceği iddiasıyla her yere HES yapıyor… Bu doğru bir politika mı?
KADIOĞLU:
“Sular boşa akıyor” sözü çok yanlıştır. Sular boşa akmaz, su denize akmazsa balık olmaz. Karadeniz’de 20 megawattan küçük yapılan HES’lerin fizibilitesi yoktur. Bugün ekonomik olmadığı gibi gelecekte hiç değildir. Zaten o derelerin hiçbirinde ölçüm yok.
İklim değişikliğinin ekonomik etkileri en fazla hangi kesimleri vuracak?
KARAPINAR: Bu olumsuzluklar gelirlerinin büyük bölümünü tarımsal ürünlere harcayan yoksul kesimi daha fazla etkileyecek. Afrika’da yoksul kesim gelirinin yüzde 70’ini, Türkiye’de ise yüzde 30’unu tarımsal ürünlere harcıyor. Ürünlerinin fiyatlarının artması, haliyle, yoksulları daha da yoksullaştırıyor. 2007-2008 dünya gıda krizindeki fiyat artışları 45 milyon insanı yoksulluk sınırının altına itti. Bunun yanında toprağa, suya, yani kaynaklara erişimi olmayan insanlar iklim değişikliğinden daha fazla etkileniyor. 2010-2013 arasında dünyada sel nedeniyle hayatını kaybeden insanların yüzde 95’i gelişmekte olan ülkelerde ya da yoksul ülkelerde yaşıyor. Kadınlar ve çocuklar doğrudan etkileniyor. 2050’ye kadar iklim değişikliği nedeniyle açlık sorunu yaşayan çocuk sayısı dünyada 25 milyon artacak. İklim değişikliğinden en olumsuz etkilenen bu kesimler, iklim değişikliğine neden olan sera gazlarına en az katkı sağlayan kesim aynı zamanda.
KURT: Afrika’da yaşayan yaklaşık 1 milyar insanın senelik karbon emisyonu New York kadar. Amerika’da bir kişinin ortalama karbon ayak izi 20-25, Avrupa ortalaması 15, Afrika’da ise iki ton. Çok büyük iklim ayak izi farklılığı var dünyada. “Karbon” iklim değişikliğinin para birimi olacak gibi görünüyor ancak “gıda ve su” krizlerinin de günlük hayata yansımaları olacak gibi.